Amerikan kolonileri, henüz bildiğimiz anlamda kölelikle, yani Afrika’dan Yeni Kıta’ya zorunlu işgücü ithaliyle tanışmadan önce, köleliğin farklı bir versiyonunu uygulamaktaydı.
Adına “Sözleşmeli Köle” (indentured servants) denilen bu insanlar, Amerika’ya gidebilecek kadar maddi güce sahip olmadıklarından, kıtalar arası seyahati organize eden güçlerle bir sözleşme imzalamaktaydılar.
Sözleşmeye göre, sözleşmeli köleler, seyahatin ne kadarını ödeyebildiklerine bakılarak, geriye kalan kısım için belli bir süre çalışmak zorundaydılar.
Bu süre, 10 yıla kadar çıkabilmekteydi.
Amerika’yı ülkelerindeki (İngiltere’deki) dini baskıdan, maddi sıkıntılardan, feodal yapıdan kaçış olarak gören insanlar için bu katlanılabilir bir durumdu.
Bu sistemden hem yeni gelişmekte olan koloninin seçkinleri, hem de sözleşmeli köleler kârlı çıkıyordu.
Bir taraftan güç sahipleri uçsuz bucaksız bir kara parçasının tarıma açılması ve imarı için gereken iş gücünü yok pahasına sağlıyor, diğer yandan fırsat peşindeki kitleler, belli bir süre kölelik karşılığında, yeni bir hayat imkânına kavuşuyordu.
Bir yönüyle, kapitalist düzen için ilk adımlar da atılmış oluyordu.
Kapitalist düzenin tümüyle yerleştiği 20.yüzyılın sonlarında, ABD Hükümeti, daha önce benzeri görülmemiş bir program geliştirdi. Work and Travel (Çalışma ve Seyahat) olarak adlandırılan bu programda, dünyanın hemen her yerinden gelen binlerce üniversite öğrencisi, ABD’ye giderek farklı bir kültürü deneyimleme imkânı buluyor, tüm masraflarını da ABD’de kaldıkları 3-4 ay boyunca çalışarak karşılayabiliyor.
Büyük ölçüde Hollywood etkisiyle tüm dünyaya pompalanan “Amerikan Rüyası”, bu programı tercih eden binlerce öğrenci için de temel motivasyon kaynağı.
Belli maddi güce sahip insanlar için ABD seyahatinin hali hazırda çeşitli yöntemlerle mümkün olduğu düşünülürse, bu programın daha çok “dezavantajlı” öğrenciler için geliştirilmiş olduğu söylenebilir.
Öğrencinin ABD’de bulunduğu süre zarfında çalışmak zorunda olması da bu yüzdendir.
Aksi takdirde, ailesinden, ya da kendisini finanse eden kişilerden ek destek talep etmek zorunda kalacaktır.
Work and Travel (WAT) programına katılanlar, sadece yeni bir kültürü tanımakla kalmamakta, aynı zamanda, ileride kendilerine mesleki hayatta da da çok yardımcı olacak yurt dışı tecrübesine de sahip olmaktadırlar.
Vizyonları genişleyen öğrenciler, artık ulusal sınırların dışında da çalışabilecekleri yönünde bir özgüven geliştirmektedirler.
Katılımcılar, WAT programı sonunda, kendi ülkeleriyle ABD arasında çeşitli yönlerden kıyaslama yapabilme imkânı bulmakta, kendi ülkelerinde olmadığını düşündükleri imkânları ABD’de gördüklerinde, çeşitli bağlantılar kurup buraya yerleşme plânları yapabilmekte, örneğin yüksek lisanslarını bu ülkede yapma fırsatlarını yerinde görebilmektedirler.
Tüm bu olumlu yönleriyle birlikte, WAT programının, bir kaç yüzyıl önceki “Sözleşmeli Kölelik” uygulamasına da bir çok açıdan benzerlikler gösterdiği dikkatlerden kaçmamalıdır.
Sözleşmeli köleler kadar olmasa da WAT katılımcıları da çok zor şartlarda, çok düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır.
Asgari ücret düzeyinde ücretler, asgari hayat standartlarını zar zor karşılayabilmektedir.
Tahmin edileceği üzere, WAT katılımcılarının çalıştığı işler, ortalama ABD vatandaşlarının tercih edeceği işler değildir.
Programın temel amaçlarından birisi de budur. Belli alanlardaki işgücü açığı, bu programla, etkin bir şekilde doldurulmaktadır.
Kendi işsizlik oranının %10 civarında (Türkiye’deki orana yakın) olduğu düşünüldüğünde, bu programın ABD’de sistemin işleyişi için ne ifade ettiği üzerinde bazı noktalara dikkat çekmekte fayda vardır.
Sık sık ülkemizde de ifade edildiği üzere, ABD’de de asıl sorun işsizlik değil, işin beğenilmemesidir.
Örneğin bir şirkette muhasebe biriminde görev yapan bir çalışan, çeşitli nedenlerle işinden ayrılmak durumunda kaldığında, MC Donald’s’ta hamburger yapma, ya da masaları silme gibi bir işte çalışmayı kabul etmeyecektir, çünkü bu tür bir işin sosyal statü bakımından kendisine zarar vereceğini düşünecektir.
Bir başka deyişle, belli sektörlerde işgücü açığı olsa da, işsiz olan %10 kesimin tamamı, bu boşluğu doldurmak için çok da hevesli değildir.
Bu noktada, WAT programı mükemmel bir çözüm sunmaktadır.
Aldığı ücrete çok itiraz edebilecek durumda olmayan, daha da önemlisi, sendikal haklar türünden endişeler de gütmeyen, çünkü asıl odak noktası alacağı ücretten ziyade, ABD’yi deneyimlemek olan öğrenciler, sıradan ABD vatandaşının yapmaktan imtina edeceği işleri seve seve yapabilmektedir.
WAT katılımcılarının çoğunluğunun maddi olarak en uygun seçenek olduğunu düşündükleri için bu programı seçtikleri gerçeğinden hareketle, Amerika kıtasında çalışmak için tek yöntemi “Sözleşmeli kölelik” olan insanların arasındaki benzerlik de anlam kazanmaktadır.
Her ne kadar aradan geçen yüzyıllar boyunca, dünyanın geri kalanındaki ABD hevesinin gerekçeleri değişmiş olsa da, büyük resme bakıldığında, her halükârda sistem, en büyük kazancı kendisinin elde edeceği bir yöntem geliştirmeyi başarmıştır.
Ancak Sözleşmeli Köleliğin aksine, WAT programı çok daha ince bir biçimde ve asıl kârlı çıkanın kim olduğu gizlenerek kitlelere sunulmaktadır.
Oysa ABD hükümetinin WAT programı için ayırdığı bütçe, kapitalist sistemin gediklerinin kapanması olarak kendisine dönmektedir.
ABD bir yandan bu programdan ekonomik fayda sağlarken, diğer yandan kültürel tanıtımını yapmakta, özellikle George W.Bush yönetimiyle dünyada zirveye ulaşan Amerikan karşıtlığını, “Amerikan Rüyası”nı yerinde deneyimleme imkânı sunarak yok etme yönünde de önemli bir adım atmış olmaktadır.
Salim KORKMAZ