ŞEREFLİ BİR ASKER BABANIN GELİN KIZI

            Kız babası…

Kıbrıs’ta vuruşmuş, gazi olmuş, deniz assubayı, kahraman bir babanın evladıydı. Gölcük’te, lojmanda doğmuştu. Liseyi bitirince Deniz Harp Okulu’na yazıldı. Sevgi’yle tanıştı. Aşık oldu. Evlendi.

  • Görevi gereği denizde yaşıyordu, sürekli seferdeydi. Bazen aylarca gelemez, çiçeği burnunda gelin gözyaşları içinde beklerdi. Sadece asker eşlerinin anlayabileceği, katlanabileceği, çaresiz bir yalnızlıktı bu… Bebeğini de eşinin yokluğunda dünyaya getirdi. Kızları oldu.
  • Haberi aldığında denizin ortasındaydı, içi içine sığmadı, kendini sürekli gülümserken yakalıyordu, demek baba olmak böyle bir duyguydu. Karaya ayak basar basmaz minik kızını kucağına aldı, öptü, kokusunu içine çekti, “ismin Tuğçe olsun” dedi.
    Tuğçe gülümsedi.
    Dünyalar babasının oldu.
    Genç bir çift, güzel bir bebek, önlerinde pırıl pırıl bir yaşam umudu vardı.
  • Tuğçe her denizci çocuğu gibi, babasına hasret büyüdü. Gölcük’teki lojmanın penceresinde oturur, yolunu gözlerdi. Seyir dönüşlerinde ise, bayram havası olurdu. Babasının geleceği sabahı zor ederdi, bütün gece heyecandan uyuyamazdı. Annesi tertemiz giydirirdi. En yeni ayakkabı hangisiyse, o ayakkabı seçilirdi. Saat belli olurdu… O saatte Poyraz Limanı’na koşarlardı. Gemi uzaktan görünürdü ama, ağır ağır yaklaşır, zaman geçmek bilmezdi. Bembeyaz kıyafetiyle gemiden inerken gördüğünde… “İşte benim kahramanım geliyor” derdi, öyle hissederdi. Tören kurallarını, komutanları filan boşverip, kucağına atlardı.
  • Tuğçe büyüdü, üniversitede Yasin’e aşık oldu. Allah’ın emri, peygamberin kavli, tam nişanlanacakları sırada… Asrın iftirası atıldı, o uğursuz dönem başladı. Babası tutuklandı. Bir ay sonra bırakıldı, nişan yüzükleri takıldı ama, babası tekrar tutuklandı, düğün iptal oldu. Ucu açık, sonu belirsiz, kahredici bir süreç başladı.
  • Ne ceza verilecek, kaç sene yatılacak, hukuk söz konusu olmadığı için, kimse kestiremiyordu. İstemeden de olsa kızının en mutlu gününe engel olmak, bir babanın taşıyabileceği yükten ağırdı. Açık görüşte aldı kızını ve müstakbel damadını karşısına, “burada rahat olmamı istiyorsanız, lütfen yuvanızı kurun” dedi. Babanın isteği, bir evladın taşıyabileceği yükten ağırdı ama… Babası için, o sorumluluğu taşıdı.
  • Ağlaya ağlaya Üsküdar evlendirme dairesine gittiler, işlemleri yaptılar. Gelin adayının hıçkırıklara boğulduğunu, konuşamadığını gören memur, genç kızı “zorla evlendiriyorlar” sanmıştı.
  • Nikah salonuna girdi. Gözüne ilk olarak, o kırmızı-beyaz çelenk ilişti. Kırmızı karanfillerle süslenmişti. Üzerinde beyaz bir çıpa vardı. “Kızıma mutluluklar dilerim” yazıyordu.
  • Nikah masasına oturdu. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Nikah memuru babasının ismini sordu. Gölcük’teki Poyraz Limanı’nda koşa koşa babasına sarılan o minik kızın yaşadıkları, film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti… Gurur duyduğu ismi fısıldadı, “Cem Aziz Çakmak” dedi. İstanbul, İstanbul olalı böyle nikah görmemişti. Davetliler ayakta alkışlıyor, herkes ağlıyordu.
  • Çıktılar nikah salonundan, el ele, doooru Hasdal askeri cezaevinin yolunu tuttular. İçeri girdiler. Bahçeye. Tuğçe’nin duvağı kapalıydı. Kızını gelinlikle gören baba, bir süre öylece kalakaldı. Birbirlerine bakıyor, konuşamıyorlardı. Sessizliği Tuğçe bozdu, “babacığım duvağımı açmayacak mısın?” dedi. Baba kendine geldi, açtı duvağı, alnından öptü, “ne güzel olmuşsun kızım” dedi, “bir kuğu gibi…
  • Babasının arkadaşları, tutuklu amiraller, generaller, albaylar alkışlıyordu. Hepsinin aklında, kendi aileleri, kendi çocukları vardı. Çalınan ömürlerini düşünüyor, dişlerini sıkıyor, gülümseyerek belli etmemeye çalışıyorlardı. Aralarında para toplamışlar, hediyeler almışlardı, takı töreni misali, tek tek geline verdiler.
  • Kurmay subaylar, cezaevindeki düğünü en ince ayrıntılarına kadar hesaplamış ve hazırlamışlardı. Çünkü sadece bir saat izinleri vardı. Tutuklu komutanlar karşı karşıya dizilip, koridor oluşturdu, gelinle damat koridordan yürüyerek içeri girdi. Bahçede düğün salonu atmosferi yaratılmıştı. Hasdal cezaevindeki tüm masalar birleştirilmiş, masaların üzerine bahçeden toplanan çiçekler, yapraklar serpiştirilmişti. Düğün pastası vardı. Müziksiz olmazdı. Koramirallerden biri gitar çaldı.
  • Baba-kız yanak yanağa dans etti.
  • Sayılı dakikalar akıp gitti, ayrılık vakti geldi. Komutanlar yine koridor oluşturdu, gelin damat gözyaşlarıyla uğurlanırken, hep bir ağızdan “oğlan bizim, kız bizim” tezahüratı yapıyorlardı.
  • Tam kapıdan çıkarlarken, Tuğçe durdu, geri döndü. “Gelin çiçeğimi atmayı unuttum, bu çiçeği hepinizin özgürlüğü için atmak istiyorum” dedi. Kimse bunu beklemiyordu, adeta ıslık çalmış gibi sessizlik oldu. Hasdal cezaevinin az önceki şen şakrak bahçesinde çıt çıkmıyordu. Tuğçe arkasını döndü, çiçeğini omuzunun üstünden fırlattı. Bir tuğamiral kaptı. Ve, kaptığı gibi tekrar Tuğçe’ye uzattı, “özgürlük çiçeği demir parmaklıklar arkasında kalmasın, lütfen evinde bizim için kurut, sakla, biz özgür kalınca gelip senin evinde görelim” dedi.
  • Tarih boyunca utançla hatırlanacak olan dönemin… Asla unutulmayacak düğünü, böyle sona erdi.
  • Ve Tuğçe, kahrından kanser olan babası toprağa verildi.
  • Bu yapılanlar, bunu yapanların yanına kalırsa, zaten bu canlı cenaze ülke için dua etmeye de, beddua etmeye de gerek kalmamış demektir!

Yılmaz Özdil