Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve aynı fakültenin Kamu Hukuku Bölümü Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. Anıl Çeçen‘in, bu gazetede çok önemli bir analizi yayınlandı.
Değerli hoca’nın bu uzun makalesi’nden çok önemli olan kısımları alıntılandı ve sizlerle bir kez daha paylaşmak istedim.
Bu müthiş analizin önemli kısımlarını bilgilerinize sunuyorum:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, en büyük eserini Türk ulusuna ve Türk gençliğine bırakırken, geleceğe dönük bir dilek olarak ‘NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!’ biçiminde bir öneride bulunmuştur.
Türk devletinin kurucusu olarak, nasıl bir coğrafyada hangi toplulukların yaşadığını iyi biliyor ve bu bölgenin tarihini inceledikten sonra da, geleceğe dönük olarak, kendinden sonra devam edecek bir doğrultuda, Türk kamuoyuna ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ diyerek sesleniyordu.
Kendinden sonra gelecek Cumhuriyet kuşaklarının, Türk ulusuna ve Türk devletine bağlılığını artıracak bir öneri olarak, Cumhuriyet’in kurucusu tarafından dile getirilen bu küçük cümle, aslında birçok gerçeği de içinde barındırıyordu.
Siyasetin görünmeyen yüzü, yaşanan olayların perde arkasında kalan kısımları, birçok tartışmayı ve tedirginliği beraberinde getirdiği için, yeni kurulmuş olan Türk devleti ile ilgili kuşkuları ortadan kaldırabilme doğrultusunda Atatürk, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ diyerek, kendinden sonraki kuşaklara sesleniyordu.
Bu küçük tümce, Atatürk’ün kullanmış olduğu en önemli tanımlamalardan birisi olarak Türk tarihine geçmiştir.
Atatürk, ‘Ne mutlu Türk olana, Türk doğana ya da Türk kanı taşıyana’ dememiştir.
Atatürk’ün bu en çok kullanılan cümlesinin önemini artıran konu, onun ırkçı ya da dar milliyetçi bir yaklaşım ile hareket etmemesi, Türk ulusu adına kurmuş olduğu Cumhuriyet Devleti’ni, geniş bir ulusalcılık anlayışına dayandırmasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu çökerken ilan edilen, Türk ve müslümanların çoğunlukla yaşadığı bölgeleri içine alan, bir Misakı Milli sınırları içerisinde yaşayan herkesi, yeni kurulan Türk Devleti’nin çatısı altında, eşit vatandaşlar olarak görmeyi arzu eden, böylesine gelişmiş bir toplum yapısını idealize ederek, Türk ulusuna armağan etmek isteyen kurucu önderin, ulusal sınırlar içerisinde herkesi, devleti ve ülkesiyle barışık bir biçimde, Türk olarak görmek istediği anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene” biçiminde bir tanımlama ile bütünleşmiş bir toplum yapısına dayanan, yepyeni bir Cumhuriyet oluşturmak için çaba gösterdiği anlaşılmaktadır.
Onun bu iyi niyetli yaklaşımının anlamını ve değerini, Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu ve çok dinli bir toplum yapısından gelen insan topluluğunun, bütün bireylerinin hem anlaması hem de güçlü bir devletin çatısı altında yeniden bir arada yaşayabilecek bir düzenin kurulabilmesi için geleceğe dönük olarak iyi bilmesi gerekiyordu.
Bir imparatorluk coğrafyasından kopup gelerek, imparatorluğun merkez ülkesi olan Anadolu’da ayakta kalabilmek ve geleceğe dönük olarak varlığını koruyabilmek için eski Osmanlı ahalisinin daha bütünleşmiş bir sosyal yapıda dışa karşı birlikteliğini koruması gerekiyordu.
İşte bunu sağlayabilmek için Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu, böylesine bir sözü kamuoyuna seslenerek ifade etmiştir.
Koskoca bir imparatorluğun çöktüğü bir aşamada ve bir dünya savaşı sonrasında çöken bütün düzenlerin ortaya koyduğu kaos ortamında toparlanabilmek için, güçlü bir ulus devletin çatısı altında bir araya gelmek gerekiyordu.
Beş milyon kilometrekarelik imparatorluk coğrafyasından kopup gelerek, Anadolu ve Trakya bölgelerinde 800.000 kilometrekarelik bir orta boy ulus devlet kurabilmek için, bu devletin önce ulusunu yaratmak gerekiyordu.
Ulusal toplum yapıları bir gecede aniden oluşturulamamaktadır.
Avrupa tarihinde görüldüğü gibi, 16’ncı yüzyıldan 19’uncu yüzyıla kadar süren bir 300 yıllık zaman dilimine, ulusal toplum yapılarının oluşumu açısından gereksinme olduğu görülmektedir.
Böylesine geniş bir zaman dilimi içerisinde, belirli sınırları içerisinde yaşayan topluluklar, aynı ülkede yaşadıkları için ortak toplum yapısı, ortak kültür ve gene ortak bir gelecek doğrultusunda, benzerliklerden meydana gelen bir uluslaşma sürecini yaşamışlardır.
Uluslaşmanın tamamlanmasında, ortak tarih ve coğrafya kadar gene ortak din ve dilin de birlikte etkileri olmuştur.
Doğum oranlarının artmasıyla patlayan nüfusun, zaman içerisinde ulusal bir yapıya dönüşmesi, en az 300 yıllık bir ortak yaşam ve beraberinde birçok ortak unsurun birlikteliğini gerektirmektedir.
Beraber yaşayan insan topluluklarının gereksinimlerini karşılamak için çarşı ve pazara indikleri zaman aynı dili kullanmaları gerekmiş ve bölgeselleşen diller beraberlerinde ulusal toplum yapılarını da getirmişlerdir.
Aynı dilin pazarda kullanılmasıyla ulusal ekonomiler ortaya çıkmış, ekonomide uluslaşma beraberinde yeni bir sınıf olarak kent soyluları burjuvazi adı altında tarih sahnesine çıkmıştır.
Tarihsel sürecin ortaya koyduğu gibi, ulus devletleri genellikle uluslar kurarlar.
Ulus devletin oluşabilmesi için önce uluslaşma sürecinin tamamlanması gerekmektedir.
Tarih biliminin ortaya koyduğu üzere, uluslaşma süreçleri de en az 300 yıllık bir zaman dilimini zorunlu kılmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken, böylesine bir uzun zaman dilimini bekleyecek herhangi bir durum yoktu.
Ortada, bitmiş olan imparatorluktan geri kalan on milyonluk bir nüfus ve onların yaşamaya çalıştığı bir ülke olarak Anadolu toprakları vardı.
Bu son ülkeyi de ortadan kaldırmak, dünyanın merkezi coğrafyasında Türk varlığına son vermek, Türkleri geldikleri yer olan Orta Asya’ya geri göndermek için batının emperyal devletleri, Ön Asya Türk ülkesi olan Anadolu’yu işgal ediyordu.
İşte bu aşamada, İstanbul başkent olarak teslim olduktan sonra geride sahipsiz bırakılan eski imparatorluk ahalisi, bir ulusal kurtuluş savaşı vererek, ulus devlete giden yolu açıyordu.
Kozmopolit bir kent olan İstanbul, sahip olduğu gayrimüslim nüfusun etkisi ve baskısıyla, batı’nın hrıstiyan devletlerine teslim olurken, Mütareke İstanbul’u olarak da, geride kalan Osmanlı ahalisine teslim olmayı öneriyor ve kendisi bu doğrultuda başı çekiyordu.
İstanbul’un gayrimüslim kimliği, teslim olmaya elverişli idi ama geride kalan ülkedeki Osmanlı ahalisinin Türk asıllı çoğunluğu, böylesine olumsuz bir durumu kabul etmeye yatkın değildir.
Çok uluslu ve kimlikli bir imparatorluk ahalisi, imparatorluk sonrasında ulus devlet kurmak üzere yola çıktığında, Türk kavimlerinin çoğunluğu bu mücadeleye öncülük ediyordu.
Bu coğrafya 1.000 yıl önce gelerek bölge ülkelerini Türkleştiren Türk kavimleri, imparatorluk sonrasında kurulan ulus devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olmasında da etkili oluyorlardı.
Bir halk topluluğu, ulusal kurtuluş savaşı verirken, nüfusun içerisinde çoğunluğu oluşturan kavim ve kabilelerin kimliği, sonraki aşamada ulus devletin üst kimliği belirlenirken etkili olmakta ve yeni kurulan ulus devlet nüfusun içerisinde çoğunlukta olan kavmin ya da kavimlerin ortak adını, devletin ismi olarak benimsemektedirler.
Avrupa kıtasında başlayan uluslaşma süreci, sonraki aşamada ulus devlet oluşumlarının gündeme gelmesini sağlarken, bu tür bir oluşum ve dönüşüm bütün ulus devletlerin arkasında yer almaktadır.
Belirli bir ulusal isim altında uluslaşan halk toplulukları, kendi devletlerini kurarlarken, uluslarının adını devletlerinin başına getirmektedirler.
Böylesine bir oluşumun benzeri Türkiye’de de yaşanmış ve tarih sahnesine ulusal kurtuluş savaşı vererek çıkan Türk ulusu, daha sonraki aşamada kendi içinden seçtiği temsilcileri aracılığı ile ulus devletini kurarken, devlete Türkiye Cumhuriyeti adını vermiştir.
Devletin kurucusu olan Atatürk, uluslaşma süreçlerinin üç asırda tamamlandığını iyi biliyordu.
Ne var ki, emperyalist işgale karşı kurtuluş savaşı veren ahalinin, zaman içerisinde ulusal bir birlik içerisinde hareket etmesiyle, Türk ulusu tarih sahnesine, savaş meydanında çıkıyordu.
Anadolu’da Türk ulusunun dünya arenasına çıkması, bu nedenle 300 yıllık bir süre içerisinde değil ama 3 yılı aşkın bir savaş döneminde gerçekleşiyordu.
Anadolu’nun Türkmen boyları, yörük topluluklarıyla elele verdiğinde, imparatorluk coğrafyasından gelen göçmenlere de öncülük yapıyorlar ve onları da yanlarına alarak beraberce geleceğe dönük bir yaşam savaşı veriyorlardı.
Kurtuluş savaşı sırasında, 70 yıl önce Kırım’dan kovulan Tatarlar, 40 yıl önce Kafkasya’dan kovulmuş olan Çerkezler ile, 10 yıl önce Balkanlar’dan kovulmuş olan göçmenler de Anadolu topraklarında bir araya gelerek, Avrupa emperyalistlerinin saldırı ve işgal girişimlerine karşı beraberce ortak bir savunma hattı üzerinde yaşam kavgası veriyorlardı..
Artık Balkanlar’da, Kırım’da ya da Kafkasya’da yaşama hakkı tanınmayan bu göçmenler de Türk kavimleriyle birleşerek aynı kaderi paylaşan topluluklar olarak, ortak bir ayakta kalma kavgasına kalkışıyorlardı.
Göçmenler arasında farklı dinden ya da etnik kökenden gelen birçok insanın bulunmasına rağmen, eski Osmanlı vatandaşları olarak Anadolu’nun Türk kavimleri ile kader birliği içinde batılı emperyalistlere karşı beraberce bir yaşam savaşı sürdürülüyordu.
İşte Atatürk savaş yıllarında bu durumu gördüğü için, Türkmen kavimleriyle birlikte düşmana ve emperyal güçlere karşı savaşan bu farklı kökenden gelen insanları da, Türk ulusunun içine almak ve onları da Türk devletinin eşit vatandaşları konumuna getirmek istiyordu.
Türk ordusu içinde yer alan Çerkezler, Tatarlar, Lazlar, Acarlar, Boşnaklar, Pomaklar, Aleviler kadar Kürtler‘de işgalci düşmana karşı Türklerle beraber direnişe geçiyorlar ve ortak bir direnişin ulusal kurtuluş savaşına dönüşmesi ile, Anadolu halkına giden yolda bütün bu farklı etnik kökenden gelen insanlar bir ulusal entegrasyon oluşumu içerisinde eşit okullarda yerlerini alıyorlardı.
Çanakkale savaşı sırasında başlayan bu kutsal isyan ve işbirliği, kurtuluş savaşı sırasında da düzenli olarak sürdürülüyor ve daha sonra da ortak devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, bütün bu insanlar yeni devletin çatısı altında bir ulusal vatandaşlık statüsü çerçevesinde birleştiriliyorlardı.
Çanakkale savaşından sonraki her aşamada bu insanlara komutanlık ve daha sonra da devlet başkanlığı yapan Atatürk, kendisiyle beraber bütün savaşan kadroları ve toplulukları kucaklarken, onları Türk ulusunun doğal bir parçası olarak görüyor ve değişik kökenden gelmelerine rağmen, Türkler ile beraber bir ulus devletin kuruluşunda rol alan bu farklı yapıdaki insanları kazanabilmek doğrultusunda ‘Ne mutlu Türk’üm diyene‘ sözlerini kullanıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu beş milyon kilometrekarelik bir alana yayılmasına rağmen, bütünüyle bir ulusal yapıya sahip değildi.
Avrupa’nın yarısına hükmetmesine rağmen, batı tarafından dışlanarak karşıya alınan Osmanlı toplumu içerisinde Avrupa ülkelerindeki gibi bir uluslaşma süreci yaşanmıyordu.
Osmanlı Devleti, Avrupalı ordularla savaşa giderken, ordusunu imparatorluk sınırları içerisinde yer alan ülke ve toplulukların gönderdiği askerlerden oluşturuyordu.
Avrupa’nın ulus devletlerinin ulusal orduları ile savaşırken, Osmanlı ordusu da kendi ulusunu arıyordu.
Avrupa ordularının gücü, askerlerinin devletlerine ulusal bir bilinçle bağlı olmalarından geliyordu.
Çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı ordusu, savaş sırasında bile bir türlü birlik içerisinde hareket edemiyordu.
İkinci Viyana kuşatması sırasında Venedikli yahudi tüccarlarının para gücü ile ikna ettiği Tatar birlikleri geri çekilince, Osmanlı ordusu Viyana kuşatması savaşını yitirmiştir.
Venedikli tüccarlar ile Tatarların bir kısmının ortak bir din olarak musevilikte birleşmeleri, Osmanlı devlet düzeninin orduda geçerli olmasını önlüyordu.
Tarihçilere göre Osmanlılar Viyana’yı alabilselerdi, Osmanlı devletinin daha sonraki aşamada yıkılması söz konusu olmayabilirdi.
İşte ulusal birlikten yoksun olan bir imparatorluk ordusu, büyük bir güce sahip olmasına rağmen, yinede ulusal bir disiplin altında toplanamadığı için savaşı kaybedebiliyordu.
Osmanlı devleti gibi ordusu da kendi ulusunu ve ulus devletini arıyordu, çünkü Avrupa devletlerinin hepsi ulusal bir yapıya kavuşarak, Osmanlı’ya karşı daha güçlü bir biçimde mücadele ediyorlardı.
Bu nedenle, savaşları kaybeden Osmanlılar, 18’inci yüzyılın ikinci yarısından sonra uluslaşmak için harekete geçiyorlardı.
Avrupa devletleri gibi ulus devlete dönüşme düşüncesi, Osmanlı devletinde Tanzimat döneminden sonra başlamıştır.
Osmanlı devletinin ulusal yapıya dönüşmesi düşüncesi, Batı Avrupa’ya okumak için gönderilen genç Osmanlı talebelerinin ülkeye döndükten sonra harekete geçirmeye kalkıştıkları bir yeni yaklaşımdı.
Bu doğrultuda önce Genç Osmanlılar Cemiyeti kurulmuş ve tahtın sahibi olan hanedan adı altında yeni bir ulusal yapı olarak Osmanlı ulusçuluğu geliştirilmek istenmiştir.
Ne var ki bütün çabalara rağmen ulusçuluk akımı Osmanlı İmparatorluğu’nda geliştirilemeyince, bunun üzerine imparatorluk toprakları üzerinde yaşamakta olan etnik toplulukların içinde en kalabalık nüfusa sahip olan Türk kökenli insanların kimliği esas alınarak, Türkçü bir yaklaşım geliştirilmeye çalışılmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren Rusya’da Rus milliyetçiliği aşırı bir düzeyde gelişince, buna karşı bir hareket olarak Tatarların öncülüğünde, bütün Ural-Altay kökenli halkları birleştirmeye yönelik bir Türkçülük akımı, Kazan merkezli olarak başlatılmış ve daha sonra da Kırım üzerinden bütün Rusya ve Kafkasya’ya doğru yayılmıştır.
Bu Türkçülük akımı daha sonraki aşamada yirminci yüzyılın başlarında, Kırımlı Tatar aydınları aracılığı ile Osmanlı ülkesine taşınarak, bu ülkede yaşamakta olan Türk asıllı boylara yönelik bir genişleme siyaseti izlenmiştir.
Türk Ocakları gibi bir önemli örgütlenme, ikinci Meşrutiyet yıllarında Tatar kökenli aydınlar tarafından İstanbul’da başlatılarak, bütün Anadolu’ya yayılmıştır.
Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Osmanlı milliyetçiliği geliştirilemeyince, Avrupa ülkelerine gönderilen genç Osmanlı aydınları aracılığı ile Fransa üzerinden yeni bir akım Jön Türklük olarak geliştirilmiştir.
Genç Türkler olarak kendini tanıtan, genç Osmanlı aydınları ülkede Türkçülük akımının gelişmesine öncülük etmişler ve imparatorluğun dağılma aşamasında, ülke sınırları içerisinde yaşamakta olan ahalinin, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi uluslaşmasıyla sonraki aşamada bir ulus devletin toplumsal temellerinin atılması için çaba göstermişlerdir.
Böylece, Ön Asya’da Türk ulusunun ortaya çıkabilmesi için yeni bir süreç kendiliğinden gündeme gelmiştir.
Osmanlı sonrası dönemde, Türkçülük ve Jön Türkçülük akımları, eski Osmanlı ahalisinin Türkleşmeye doğru yönlendirilmesinde etkili olmuşlardır.
Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim olduğu ve bittiği aşamada, Anadolu’dan Türk ulusu tarih sahnesine çıkarken, bir yüzyıla yakın oluşumların yaratmış olduğu birikimden ciddi ölçülerde yararlanılmıştır.
1.000 yıl önce göçlerle Ön Asya’ya gelmiş olan Türk kavimleri, imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesiyle, kavim ve kabile düzeyinden uluslaşma aşamasına geçmişlerdir.
Türk ulusu dünya sahnesine çıkarken, geçmişin bütün birikimlerinden yararlanılmıştır.
İmparatorluktan ulus devlete geçilirken, Orta Doğu bölgesinde yer alan kürt asıllı kavimler de kendi geleceğini aramıştır.
İngiliz ve Fransız emperyalizmleri elbirliği ile yeni Orta Doğu haritasını çizerken, altı yeni Arap devleti oluşturmalarına rağmen Kürtlerin ayrı bir devlet kurmalarına izin vermemişlerdir.
Orta Doğu’daki Kürtler, emperyalizmin karşı çıkması nedeniyle kendi devletlerini kuramazken, Misakı Milli sınırları içerisinde yer alan anadolu Kürtleri, ulusal kurtuluş savaşı sırasında, Türklerle beraber batılı emperyal güçlere ve işgal ordularına karşı direnerek bağımsız bir Türk devletinin kuruluşunda yer almışlardır.
Bu nedenle, Anadolu’nun Kürt asıllı insanları da çağdaş Türk ulusunun sahneye çıkmasında, bu toplumun bir parçası olarak önde gelen bir rol oynamışlardır.
Anadolu’nun diğer etnik kökenli topluluklarıyla beraber göçmenler, nasıl Türk ulusunun oluşumu ile beraber bu sosyal yapının içerisinde birer eşit birey, daha sonraki aşamada ulus devletin kuruluşu ile beraber de birer eşit vatandaş olarak yer aldılarsa, Anadolu’da yaşayan Kürt asıllı topluluklar da benzeri bir biçimde bu oluşumun içinde yer alarak parçası olmuşlardır.
Türk halkı adına devletin kuruluşunda görev yapan kurucu kadro, ulus devletin oluşturulması sırasında diğer etnik topluluklar ile beraber eşit koşullarda güneydoğu bölgesinde yaşamakta olan Kürt asıllı kavimleri de kucaklamağa çalışmışlardır.
Bu nedenle, kurucu önder Atatürk’ün dile getirdiği ‘Ne mutlu Türk’üm diyene‘ sözlerinin muhatapları arasında onlar da yer almaktadırlar.
Türk devletinin milli sınırları içerisinde yaşamakta olan her insan etnik, dini ve kültürel kökenine bakılmaksızın, ulus devletin birer eşit vatandaşları olarak kabul edilmişlerdir.
Sevr Antlaşması‘yla beraber Balkanizasyonun Anadolu’ya getirilmek istenmesi ve alt kimlikler ile küçük eyalet devletçikleri kurma çabalarına karşı, kurtuluş savaşının öncü kadrosu zaferi elde ettikten sonra Lozan Antlaşması sırasında ulus devlete giden yolu açmışlar ve Sevr haritası ile getirilmek istenen alt kimlikçi eyalet devletçiklerini önlemişlerdir.
Bu doğrultuda Orta Doğu’da kurulamayan Kürdistan’ın ABD ve İngiltere desteği ile Anadolu toprakları üzerinde yer almasına, Anadolu’dan çıkan Türk kimlikli ulusalcı hareket tarafından izin verilmemiştir.
Son Osmanlı Meclisi’nin kararı olan Misakı Milli sınırları içerisinde, imparatorluktan ulus devlete geçiş, Türk bayrağı altında gerçekleştirilmiştir.
Bu doğrultuda, Anadolu’da yaşamakta olan bütün etnik gruplar, Trakya bölgesindekilerle beraber Türk olarak kabul edilmiştir.
‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ tanımlaması, bu insanların Türk devleti çatısı altına vatandaş olarak geldikleri aşamada, devletin kurucusu tarafından söylenen “hoşgeldiniz” yaklaşımı içerisinde, Türklük üst kimliği altında beraber olmaya davet çağrısıdır.
Bu aşamada, hiçbir ayırım yapılmamış, çağdaş bir hoşgörü içerisinde hareket edilerek, milli sınırlar içerisinde ulusal bir bütünleşme hedeflenmiştir.
Aradan doksan yıl geçtikten sonra, bugün gelinen aşamada, ulusal devletin üst kimliği olan Türklüğe karşı yıkıcı bir kampanyanın dış destekli olarak başlatıldığı görülmektedir.
Osmanlı sonrası için İngiltere tarafından hazırlanan batı sömürgesi statüsündeki bölgesel federasyon planının, günümüzde siyonist İsrail ve emperyalist Amerika tarafından yürütüldüğü açıktır.
Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin ‘Truva Atı’ olarak kullanıldığı bu planın gerçekleştirilmesinde, Avrupa Birliği kriterleri öne çıkarılarak, haklılık gerekçesi kabul ettirilmeye çalışılmakta ve bu doğrultuda güneydoğunun okumamış ve hala ortaçağ düzeninde feodal beylerin baskısı altında yaşamakta olan Kürt asıllı topluluklar kullanılmaya çalışılmaktadır.
İsrail’i kurtarmak, petrol bölgelerine el koymak, Türkiye’yi dağıtarak batı sömürgesi bir bölgesel federasyon oluşturma planları çerçevesinde, Türklüğe ve Türk kimliğine savaş açılmakta, Kürt kimliği, ulus devletin parçalanması için gayrimüslim lobiler tarafından kullanılmaktadır.
Böylece güneydoğunun okumamış insanları, emperyalist plan ve projelere alet edilmektedirler.
Emperyalizm ve siyonizm işbirliğinde tezgahlanan bu planda, Ermeni ve Rum asıllılar da destek unsuru olarak kullanılmaktadırlar.
Bütün hedef, ulusal kurtuluş savaşının kazanımı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortadan kaldırılmasıdır.
Böylesine Türk varlığına kasteden bir siyasal oyuna, Türk ulusunun tüm fertleriyle beraber karşı çıkması, doğal olarak siyasal oyunları engellemektedir.
Bu yüzden son zamanlarda siyasal gerginlik hızla tırmandırılmaktadır.
Mandacılık yapan gayrimüslim liberaller, ulus devlet ile beraber İsrail din devletinin Orta Doğu’ya egemen olabilmesi doğrultusunda, laik düzenin de ortadan kaldırılabilmesi için çalışan siyasal islamcı kadrolarla, açıktan, anti-ulusalcı bir dayanışma içerisine girebilmektedirler.
Bu kötü niyetli ittifak, ne yazıktır ki, ‘Türk’üm’ diyemeyen işbirlikçi entel kadrolar aracılığı ile yürütülmektedir.
Bu doğrultuda, annesi Kürt asıllı olan bir liberal görünümlü mandacı yazar, ‘Ne mutlu kürdüm diyene’ başlığı altında bir yazı yazarak, daha önceleri yazmış olduğu bu doğrultudaki yazılarının en üst düzeydeki yeni bir örneğini ortaya koyabilmiştir.
Ulus devletin ulusal üst kimliğine karşı yürütülmekte olan işbirlikçi alt kimlikçi hareket, ülkede dış baskılarla yaratılan Kürt sorununu, Atatürk’ün ulusal ve üniter devlet yapısının ortadan kaldırılması amacıyla sonuna kadar kullanmaktadırlar.
Bu doğrultuda, Türkiye’yi bölebilecek adımları ‘açılım’ adı altında Türk kamuoyuna kabul ettirebilmenin siyasal manevralarını çekinmeden saldırgan bir biçimde yürütmektedirler.
‘Ne mutlu Türk’üm’ diyemeyen alt kimlikçi kadrolar, hem mutsuzluğa sürüklenmekte hem de bu mutsuzluklarının acısını çıkarmak üzere Türk devletinin üniter yapısına saldırmaktadırlar.
Lozan’ın kurduğu ulus devleti ortadan kaldırmak için yeni Sevr dayatmalarını ‘demokratik açılım‘ diye yutturabilmenin arayışı içine girmektedirler.
Türklük kimliğini savunamayan siyasal kadrolar ise bu durumda, emperyalizmin ortaya attığı ‘Türkiyelilik’ diye uydurma bir kavramın peşinde bocalayıp durmaktadırlar.
Hiçbir ulus devlette görülmeyen bu durum, Türk ulusal kimliğini ve Türk devletini ortadan kaldırmak amacıyla yaratılmaktadır.
Anayasa ve yasalara aykırı olan bu girişimler, demokratik açılım diye kanuna karşı hile yollarıyla savunulmaktadır.
Osmanlı döneminden geri kalan bu bölgenin tüm etnik topluluklarını bir araya getirerek güçlü bir devlet oluşturabilmek amacıyla kurucu önder tarafından söylenen, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünün anlamı, her geçen gün daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Etnikçi alt kimlikçilikle bir yerlere gidilemeyeceği açıktır.
Etnik kökene dayanan küçük devletçiklerin emperyalizmin oyuncağı durumuna düştükleri görülmektedir.
Atatürk bu oyunu bozabilmek için, Türk üst kimliğine dayanan bir ulus devleti kurarken, diğer alt kimliklere ve akraba topluluklara bir uzlaşma çağrısı olarak ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünü kullanmıştır.
Şimdi bu söze karşı çıkanların mutsuzluğu açıkca ortaya çıkarken, Türkiye yeniden alt kimlikçilik batağına itilmek istenmektedir.
Böylesine bir bataklığın ne anlama geldiği, 300.000 müslüman Boşnak asıllı insanın öldürülmesiyle dağılan Yugoslavya örneğinde açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu durumda, ‘Ne mutlu Türk’üm’ diyemeyenler, yeni bir benzeri uygulama için Türkiye’de uğraşmaktadırlar.
O nedenle, Yugoslavya örneği dikkate alınarak, Atatürk’ün izinden gidenler, emperyalist oyunlara alet olan alt kimlikçiler için günümüzde Atatürk’ün söylediklerini tamamlayabilme doğrultusunda dile getirecekleri söz şudur: NE YAZIK TÜRK’ÜM DİYEMEYENE!”