KÜRT KÖKENLİ TÜRKLER ve GÜNEYDOĞU TARİHİ

PROF. üŞÜMEZSOY: Güneydoğu’nun tarihi Türk tarihidir

Kürtçe eğitim mümkün mü?
Kürt dilinde eğitim meselesini incelediğimizde buradaki sonuçlar daha da ilginç olacaktır. Kuzey Irak’ta eğitim dili olarak Soranice kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.
Soranice, 17. yüzyılda yaratılan bir dildir. Kürtçenin edebi dili olarak kullanılabilecek yegane lehçe de budur. Kuzey Irak’ta bugün Soranicenin Bahdinan lehçesiyle karıştırılmasıyla yeni bir eğitim dili yaratma çabası vardır. Türkiye’de ise Kurmançça, Kırmançi, Dımili gibi Izady’nin söylemiyle “birbirinden Fransızca ve Romence kadar uzak” dillerden yeni bir dil yaratma çabası ortaya çıkar. Günlük yaşamda kullanılabilen bu dillerin eğitimde kullanılabilmesi için yeniden yaratılması gerekecektir. Bu yeniden yaratma ise ister istemez bu dillerin tümünün kaynağı olan Farsça’ya dönüş olacaktır.
Kürtçe sözlüklere baktığımız zaman ilginç bir olguyla karşılaşırız. Bütün yabancı dillerde kelimelerin karşılıkları bulunmasına rağmen asla Farsça karşılıkları göremeyiz. Çünkü kelimelerin ağırlıklı olarak temeli Farsçadır.
Kırgızca, Özbekçe, Kazakça, Tatarca Türkmence, Azerice ve Türkçe açısından baktığımız zaman durumu anlayabiliriz.
Orta Asya’da bir eğitim dili olarak kullanılabilecek tek ortak dil, olgunluk açısından Türkiye Türkçesi olacaktır. Bunu Gaspıralı İsmail de savunmuştur. Bu nedenle de Rusların açık saldırısına maruz kalmıştır.
Tarihsel kolektif hareket nedeniyle birlikte oluşmuş ve yine bu nedenle aslında aynı dili konuşan bu unsurların dilleri Ruslar tarafından zorla birbirinden koparılmıştır.
Özellikle aynı zamanda bir dilci olan Rus papaz İlminski her etnik gruba ayrı bir dil yaratmıştır. Buradaki Türkler Cengiz Han, İlhanlı, Altınordu, Timur ve Şah İsmail dönemlerinde ortak askeri operasyonlar çerçevesinde homojenleşmiş bir dile sahiptiler.
Kürtlerin artık AKP çatısı altında Türkiye politikasında etkin olmak yerine; Güneydoğu’yu yeşil, sarı, kırmızı bayraklarla kontrol ettiklerini dünyaya kanıtlamayı yeğlediklerini vurgulamış­tım.
Seçimlerden sonra DTP­lilerin “bu halk Kürdistan’ın sınırlarını çizdi” söylemini kullanması da bunu kanıtlamıştı.
Kısacası PKK artık yeni bir stratejik aşamaya yani özerklik talep etme aşamasına gelmiştir.
Fakat bugün Kürt unsuru sayılanların konuştukları dillere baktığımızda tablo farklıdır. Kurmançça, Doğu Farsçası olan Tacikçeden türemiştir. Dımili ise eski Sasani Farsçasından inmektedir. Tüm bunların kaynağında Farsça vardır.
İran’ın Fars bölgesindeki dil giderek Lurlar, Kelhurlar, Bahtiyariler gibi grupların konuştuğu çevresel Farsçadan, Farsçaya akmıştır.
İngiliz emperyalizmi ağırlıklı olarak Türkçenin konuşulduğu bölgelerde ikincil dil olan Farsçayı birincil dile çevirmiştir. Bunu daha önceki yazılarımda da açıklamıştım. Burada temel mesele Anglo-Persian petrol yataklarına sahip olabilmek için İngiliz emperyalizminin Fars ulusunu yaratmasıdır.
Bugün tarihsel olarak Turan kökenli Türkçeyi konuşan unsurların dilleri ise Ruslar tarafından zorla parçalanmıştır.
Fakat 1920’lerde Minorsky’nin başlattığı süreçte Farsçanın birbirinden çok farklılaşmış lehçeleri olan diller Kürtçe olarak sunulmaya başlanmıştır. Ama bu Kürtçe, içinden çıkılamaz bir noktadadır ve neticede Farsçaya gitmektedir.
Farsça, Kürt kimliği açısından da önemli bir nokta oluşturmaktadır.
Çünkü bu Farsça Selçukluların da kullandığı bir dildir. Yani Mevlana’nın kullandığı dil de budur. Bu nedenle İranlılar Mevlana’yı bugün Fars ilan etmektedirler.
Minorsky’nin bakış açısıyla Mevlana’ya Kürt demek de mümkün olacaktır.
Selçuklu veziri Nizamülmülk; Türkleri Hanefi, Farısi unsurları ise Şafi medreselerinde eğitime yönlendirerek bugünkü Kürt kimliğinin temellerini farkına varmadan atmıştır.
Aslında yapmak istediği Farsi kimliği koruma çabasıdır.
Bugün Kuzey Irak’ta %95 oranında Arapça eğitim yapılan Kürt bölgesinde zorla Soranice öne çıkarılmıştır. Fakat bu dilin yetersizliği Farsçanın eğitim dili olmasını getirecektir.
Türkiye’deki Kürtçe eğitimin sonu da Farsça eğitim olacaktır. Fakat Farsça, İran’da bile bir etnik kimliği değil bir dili tanımlamaktadır.
Esas olarak Türk kökenli olan unsurlar bu yolla Farslaştırılmıştır.
Bugün de Türkiye’de “Kürtlük” adı altında yaratılabilecek tek şey ancak Farslık olacaktır.

Kürtçe yer ismi hiç yok
Diğer mesele ise yer isimlerinin değiştirilmesidir. CHP’nin bu konudaki resmi görevlisi olmasa bile uzman olarak ön plana çıkarttığı gazeteci arkadaşımız da aynı konuyu vurgulamaktadır.
Aslına bakıldığı zaman görülmektedir ki, Güneydoğudaki yer isimlerinin hiçbirisi de Kürt kimliğiyle özdeşleştirilebilecek gibi değildir.
Tam tersine “Amed”, Roma döneminden kalma Rumca bir isimdir. “Antochiea”, Selevkoslardan kalmadır. Diğer yer adlarına baktığımız zaman da görürüz ki, bunlar da ya eski Ermenicedir ya da Aramicedir.
Gerçekte Selçuklu döneminde burada başlayan Türkleşme, İlhanlı Tatarlarının döneminde devam etmiştir. Onların ardından gelen Akkoyunlular döneminde de bütün Güneydoğu Anadolu Türkleşmiştir.
Osmanlı döneminde de Türkleşme iyice güçlenmiştir. Yalnız Osmanlı döneminde Müslüman kimliği olarak Şafilik esas alınmıştır. Bu dönemde getirilen isimler de Kürtçeyle ilgisi olmayan isimlerdir. Kürtlerin istediği Roma’dan ve Araplardan kalma isimlerin kullanılmasıdır.
Fakat bu isimler de Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu ve Safevi isimlerinin devamıdır. Örneğin Tunceli bölgesi önemlidir.
Kürt olduğu söylenen Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisi de Kürt olmadığını bilmektedir. Kökeni Türkmen aşiretlerindedir. Tunceli bölgesini incelediğimiz zaman burada Çemişkezeklileri görürüz. Şeref Han açık olarak vurgulamaktadır ki, bunlar aslında Melkişilerdir.
Kelimenin aslı Melik Şah’tan gelmektedir. Bu Melik Şah, Saltukoğullarındandır. Bunlar Selçuklular’ın yıktığı Erzurum merkezli Türk beyliği Saltukoğulları’dır.
Melik Şah’ın türbesi bugünkü Kemah’tadır. Şeref Han’ın da vurguladığı gibi bunlar tümüyle saf Türklerdir. Fakat Safevi Şahı İsmail döneminde bunlar Aleviliği seçtikleri için bunlarla güneydeki Şafiler arasında bir kopuşma olmuştur. Bu durum Osmanlı’nın Hanefi Sünniliğiyle birleşince Kızılbaşlar dışlanmıştır.
Aslında Tunceli’deki bu Alevi unsurlar belki de en saf Türk unsurlardır. Ama nedense bugün Tunceli’de Türklük yerine Kürtlük yerleştirilmektedir. (maksatlı olarak kürt adı öne çıkarılmaktadır)

Güneydoğu’nun tarihi Türk tarihidir
Yer isimlerinden hareket ederek tarihe biraz daha yakından baktığımız zaman görürüz ki Şah İsmail-Yavuz arasındaki mücadeleden Cumhuriyet dönemine kadar Kızılbaşlarla, Şafiler arasında daima bir mücadele olmuştur. Aslına bakılırsa Şafi unsurlar da Irak ve Suriye Selçuklu Türkmenlerinin Şafiliği kabul etmelerinin ardından yeni bir kimlik kazanmalarıyla ortaya çıkmışlardır.
Artukoğlu, Ahlat, Halep, Musul ve Dımaşk Türkmen beylikleri kısa zamanda kimlik değiştirmişlerdir.
Osmanlı’nın Şafiliği, Müslüman kimliği olarak koruması sonucu Diyarbakır ve Van’dan Kızılbaş Türkmenler kovulmuş, yerlerine de Şafiler yerleştirilmiştir. Şafiler de zamanla günümüzdeki Kürt kimliği olarak ortaya çıkmışlardır.
Oysaki bunların konuştuğu dil de Selçuklular’ın getirdiği ikincil dil olan Farsçadır.
Bu noktada da Selahaddin Eyyubi tarihsel bir dayanak olarak ön plana alınmaktadır. Minorsky’ninki de dahil olmak üzere Selahaddin üzerine yapılan tüm çalışmalar, onun Kürtlerle bir ilgisinin olmadığını göstermektedir.
Onun 1186’da Cezire Kürtlerini bir dönem ordusuna aldığı ama bir yıl sonra bu unsurların tasfiye edildiği bilinmektedir. Selçuklu Türklerinden Nureddin Zengi’nin ordusunun komutanı olan Selahaddin Eyyubi’nin amcası Şikruh’un ölümü sonrası Selahaddin’in ordunun başına geçmesine ilk önce ordunun içindeki Kürt unsurlar karşı çıkmıştır.
Selahaddin Eyyubi’nin ordusu da her zaman ağırlıklı olarak Türklerden oluşmuştur.
Amin Maoluf’un “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri” kitabı incelendiği zaman görülmektedir ki, Haçlı Frank ve İngilizlerle savaşanlar daima Türkler olmuştur. Suriye’de, Halep’te, Mısır’da ve Anadolu’da Türkler savaşmıştır. Selahaddin Eyyubi ise Kürtlük değil Şafilik ve Eşarilik davasını gütmüştür. Ordusu ise bütünüyle Türk’tür.
Örneğin Antakya’da Yağı Sıgan isimli Türk komutan Bohemend’e karşı savaşmıştır. Yağı Sıgan, bir dönem Selçuklu ordusunda Alparslan’ın komutanlarından biri olarak da yer almıştır.
Urfa’yı (Edessa) alan da Bozan’dır. Bugün kullanılan Bozan ismi de kaynağını buradan almaktadır. O da yine Alparslan’ın bir komutanıdır.
Aksungur ise Musul ve Halep’in emiridir. Aksungur da yine Alparslan’ın komutanlarındandır. Suriye Selçuklularının soyundan gelenler arasında Melik Tutuş ve Melik Rıdvan da vardır. Benzer şekilde Artuk Bey Mardin’de onun kardeşi olan İlgazi ise Ahlat’ta egemen olmuştur. Bunlar sürekli olarak Haçlılarla savaşan unsurlardır.
Bu noktadan bakıldığı zaman görülecektir ki, yer isimleri üzerinden yürütülen propagandanın tek sorumlusu da Türkiye’de Türk tarihi bilinmemesidir.
Yer adlarının dışında Kürtçe eğitim meselesine geri dönersek bunu savunmanın her şeyi arapsaçına çevirmek anlamına geldiğini görürüz. Bir dilin eğitimde kullanılabilmesi için çok ciddi bir olgunluk aşamasına gelmesi gerekmektedir.
Nitekim bugün PKK bile tüm teorik tartışmalarını Türkçe yapmaktadır.
Aynı dili konuşan Tatarlar, Kırgızlar, Türkmenler bugün kendi aralarında Rusça konuşmak zorundadır. Bunun temelinde zamanında Rusların yarattığı ayrıştırma vardır.
Kürtler açısındansa tam tersine tarih içinde kolektif bir varlıkları olmadığı için Kürtçenin lehçeleri Farsçanın şekil değiştirmiş halleri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu lehçelerin oluşumlarında da İran bölgesine farklı zamanlarda gelen Türklerin etkileri vardır.
Bugün Kürtçe eğitim adına ancak Farsça eğitim yapılabileceğini açıklamıştık. Bu da İngiliz emperyalizminin Türk İran’ı Faslaştırmak için geçmişte kullandıkları bir yöntemdir. Türk dünyasının kaderini Rusya’ya terk etmeseydik buradaki tüm bölgelerin eğitim dilinin Rusça değil de Türkçe olmuş olacağını da unutmamalıyız.

PKK, özerklik talep etme stratejik aşamasına ulaştı
Bu eğitim ve yer adları tartışmasının da sonrasında bugün sıkça kullanılan yerel özerklik kavramı gelmektedir. Yerel seçimlerden önce bir televizyon programında vurguladığım konu şuydu: Güneydoğu’daki Şafi unsurlar genellikle Barzani kontrolündeydi ve AKP’yle din temelli bir ittifak yapma eğilimindeydiler.
1995’ten beri PKK’nın gerilediği bir ortamda AKP bu unsurların da desteğini alarak DTP’nin elinden birçok belediyeyi almıştı.
Bu bölgede önemli bir oy seviyesine ulaşmıştı.
Fakat benim esas vurguladığım şey; Kürtlerin AKP saflarında bulunmalarının gerçek nedeninin Türkiye politikasında genel bir etkiye sahip olmak istemeleri olduğuydu.
Şafi ve Nakşi oyları AKP’ye borç olarak verilmişti. İstekler yerine getirilmezse vazgeçileceği söylemi kullanılmıştır.
Oysa İçişleri başta olmak üzere birçok önemli bakanlığı elde eden Kürt unsurlar İstanbul, Mersin, İzmir gibi illerde geniş bir etki yapılandırmışlardı.
Bu yapılanma da yine PKK’nın illegal örgütlenmesine hizmet etmişti. Diğer taraftan da artık DTP’nin PKK ve Barzani’nin çatı örgütü haline gelmişti. Dolayısıyla Nakşi ve Şafi Kürtlerin artık AKP ile ittifaktan vazgeçeceğini vurgulamıştım.
AKP sözcüleri ise buna karşı çıkmışlardı. Fakat seçimlerden sonra aynı sözcüler benim ne kadar doğru söylediğimi kabul etmek zorunda kalmışlardı. Benim bu tespiti yaparken dayanağım şuydu: Daha önceden Tayyip Erdoğan, Hakkari ve Diyarbakır’a gittiği zaman alkışlarla karşılanmıştı.
Fakat son seçimler öncesinde Güneydoğu’ya gittiğinde büyük tepkiyle karşılanmıştı. Burada PKK’nın güç kazanmasıyla beraber Nakşi ve Şafilerin, AKP’yi terk etmesi etkili olmuştu.
Açılım politikasıyla PKK’yı izole edip, Nakşi ve Şafilere dayanarak Kuzey Irak ve Güneydoğu’da İslamcı temelde birlik oluşturmayı savunan AKP, PKK’nın Barzaniciler üzerinde de egemen olmasıyla son yerel seçimlerde hüsrana uğramıştı.
Birçok yerde DTP çatılı Kürt koalisyonu %70’lere varan oy oranlarına ulaşmıştı.
Kürtlerin artık AKP çatısı altında Türkiye politikasında etkin olmak yerine; Güneydoğu’yu yeşil, sarı, kırmızı bayraklarla kontrol ettiklerini dünyaya kanıtlamayı yeğlediklerini vurgulamıştım.
Seçimlerden sonra DTPlilerin “bu halk Kürdistan’ın sınırlarını çizdi” söylemini kullanması da bunu kanıtlamıştı. Kısacası PKK artık yeni bir stratejik aşamaya yani özerklik talep etme aşamasına gelmiştir.
Fakat bu özerklik daha ilginç ve yeni bir söylem içinde vurgulanmaktadır.

Kürt özerkliğinin de ötesinde 20 parçalı federatif bölünme projesi
Son Anayasa taslağıyla ilgili tartışmalarda Kürt sivil toplum kuruluşları; “kurucu unsur olarak Türkler ve Kürtler” söylemini kullanmak yerine yeni bir anayasal vatandaşlık tanımlamasını önermişlerdir. Buna göre “bu ülkede yaşayanlar vatandaşlardır” hükmünü önermişlerdir. Bu söylem Lenin ve Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”ndan da öte etnilerin self determinasyonunu savunan ikiz yasalardan hareket etmiştir.
Avrupa’nın projesi olan Türkiye’de yirmi kadar federal bölgenin oluşturulması planının ürünüdür. Kürtçüler, “biz sadece Kürt özerkliğini değil, Türkiye’nin federal yapılanmasını savunuyoruz” demektedirler. Türkiye’de Ermenilerin, Karadeniz’de Pontusçuların, Batı Anadolu’da İyonyacıların, Süryanilerin, Aramilerin etnik yapılanmaları ile coğrafi federasyon birlikte ön plana çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Roma öncesi dönemde Perslerden kalan satraplıkların yeniden kurulması Türkiye’yi bölme projesiyle birebir örtüşmektedir. Kapadokya, Paflagonya, Bithinia, Mysia, Karia, Likya, Lidya, Frigya gibi antik dönemden kalma ve yanlış olarak Grek sanılan bölgelerin yeniden yaratılmasına çabalanmaktadır.
Gerçekte bu satraplıkların hiçbirisi Grek değildir. Tam tersine hepsinin halkları Anadolu halklarıdır.
Pers imparatorları Darius ve Krezüs tarafından oluşturulan bu idari bölümlemeler Grekleştirilip, Helenleştirilip günümüz Türkiye’sini federe parçalara bölme projesinde kullanılmak istenmektedir.
Anayasa değişikliği de Türkiye’de Türk olmadığının, burada halklar olduğunun kabulünü sağlamaya yönlendirilmek istenmektedir.
Bu da güneydoğudaki bir Kürt özerk bölgesinin kurulmasından da ötede bir parçalanmayı hedeflemektedir.
Son günlerde bazı çevrelerde “Kütler ve Türkler birlikte yaşamak istiyorlar mı” sorusu gündeme getirilmektedir. Bu da Kürtlere “Türkiye bölünürse güneydoğuya çekilmek zorunda kalırsınız. İstanbul’da, Ege kıyılarında, Mersin ve Adana’daki konumunuzu kaybedersiniz” tehdidini getirmek anlamındadır. Oysa bizim en başından beri belirttiğimiz gibi Apo’nun yakalanmasının ardından ortaya çıkan güneydoğudaki Kürtlerin ayrılmasına karşı çıkar görünen söylem bir gerileme değil Kürtçüler açısından bir ilerlemeyi göstermektedir.
Hedefte Türkiye’nin büyük şehirlerindeki Kürt kimliğinin resmileştirilmesi vardır. Bunun ardından sadece güneydoğuda değil Türkiye’nin tümünde bir anayasal ve uluslar arası hak söz konusu olacaktır.
Esas hedef Türkiye’nin Türksüzleştirilmesidir!
Buradan yola çıkarak “Türk ve Kürt kurucu unsurları” söyleminin ötesinde tüm etnilerin diriltilmesine yönelik yukarda bahsettiğim yönelim Türkiye’nin tarihten silinmesi projesidir. Burada Türkiye’nin bölünmesine karşı çıkılıyor gibi gösterilirken esas olarak Türklük dışlanmaktadır. Anadolu antik tarihini ele alan yazılarımda da vurguladığım gibi bazı PKK taraftarı “aydınların” Türkiye’de ayrılığa karşı görünen, ismi anılmadan her halkın hakkının tanınmasını isteme söylemleri Kürtleri de aşan Türkiye’nin Türksüzleştirilmesi projesi olarak ortaya çıkmaktadır.
“Biz Kürt demiyoruz, siz de Türk adını kullanmaktan vazgeçin” önerisi bu esas projenin kendini en iyi ifade etme tarzıdır.
“Türklerle, Kürtler birlikte yaşamak istiyor mu” sorusunun gündeme getirilmesi; “GAP’a yapılan yatırımlar olmasaydı Türkiye’nin batısı İtalya seviyesine ulaşmış olacaktı” gibi söylemlerle de paraleldir. Güneydoğudan vazgeçilmesi durumunda gelişmiş Batının Türklere kalacağının sanılması üst düzey bir aymazlıktır.
Kapadokya, Bithinia, İyonya, Klikya gibi isimler bugün turistik broşürlerde yer alırken bunların kısa zaman içinde bu Türksüzleştirme projesinin araçları olacağını söylemek kesinlikle paranoya değildir, gerçektir.
Roma’nın Bizans’la aynı şey olduğu, Bizans’ın da Helen olduğu iddia edilecektir. Bu adı sayılan bölgelerle ilgili iddia da Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlıların iddiası olmuştu. Bugünse Yunanlılar değil Kuzey Irak merkezli KÜRT YAYILMACILIĞININ Türkiye’ye karşı iddiası olacaktır.