İSLAM DEVRİMCİSİ ŞEYH BEDRETTİN

Şeyh Bedreddin’in Hayatı, Fikirleri ve Eserleri

Şeyh Bedreddin’in Hayatı, Fikirleri ve Eserleri

Belli bir kesim diyor ki, “Şeyh Bedreddin Osmanlıya isyan etti, devlete isyan eden asılır, o da asıldı. ” “Zaten dinden çıkmıştı, ilhad, mülhidsuçu işlemişti”  Yani, İslam’ın akidelerine ters yorumlar yaptığı için dinden çıktığını iddia ediyorlardı. Buna karşı başka bir kesim de, “Evet, zaten Şeyh Bedreddin, Tanrıya, dine karşı çıkmıştı, onun eleştirisi buydu” diyerek, ikisi birbirini onaylamış gibi, yıllardır al gülüm ver gülüm, birbirlerinin iddiasını besliyorlar. 

Oysa Şeyh Bedreddin, zamanın egemen Allah anlayışına, hâkim olan din anlayışına karşı çıkmıştı. Zamanın egemen İslam yorumuna, saray İslam’ına karşı çıkmıştı, İslam’ın kendisine değil.

Bazıları, saray İslam’ına karşı çıkmasını, İslam’ın kendisine karşı çıkma gibi yansıtmaya çalışıyor. Sarayın Allah’ına karşı çıkmıştır, Allah’a değil.

Onun bir Allah anlayışı var. “Varidat”, Türkçeye çevrilmiş kitabıdır, Şeyh Bedreddin’den geriye kalan kaynak budur.   Varidat’ta, 282 defa Allah, 56 defa peygamber, 25 defa ahiret, 30 defa cennet, 38 defa melek, 13 defa şeytan, 57 defa da varlık, vücut kelimesi geçiyor. Varidat, tipik bir İslam felsefesi, İslam kelamı veya İslam tasavvuf felsefesi kitabıdır ve İslam düşünce tarihinin temel kaynaklarından biridir. Varidat, felsefi, ağır bir metindir. Dolayısıyla böyle bir metin ortadayken, “Tanrıyı, Allah’ı, Peygamber i istemiyordu diye, Şeyh Bedreddin’in İslam ile, Allah ile ilişkisini kesmeye, günümüzdeki ateist sol bir kimliğe sokmaya kalkmak, Şeyh Bedreddin’i hem sırtından, hem göğsünden defalarca hançerlemek demektir, bunun yapılmaması gerekiyor. 

Şeyh Bedreddin, bir İslam âlimidir. Şeyh Bedreddin, Müslüman, devrimci bir halk önderidir. Onun yazdığı fıkıh kitapları, İslam âleminde asırlarca okutulmuştur. Onu asanlar, onun fıkıh kitabını okumuştur. Arapçayı, Farsçayı iyi bilir, tasavvuf eğitimi almıştır. Nevzuhur bir kişilik değildir. Nasıl? 

Şeyh Bedreddin 1359 yılında doğmuş, 1416 (veya 1420) yılında, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Serez’de aşağılama maksadıyla çırılçıplak asılmıştır. Yaşadığı yerlere baktığımızda, Simavna, şu anda Yunanistan sınırları içinde, o zaman Osmanlı toprağıydı, İstanbul henüz fethedilmemişti. Şeyh Bedreddin, Edirne’de, Bursa’da yaşadı, sonra Konya’ya geldi, bir müddet orada bulundu. Daha sonra Halep’e gitti, o zaman bugünkü gibi sınır yoktu, Suriye, Irak ulus devletler değildi, imparatorluklar daha yeni yeni kuruluyordu. Bir müddet Kudüs’e sonra Kahire’ye gitti ve orada yaklaşık yirmi yıl yaşadı. Kahire’de, Ahlat kasabasına bağlı, Şeyh Hüseyin Ahlati ile karşılaştı. Bir rivayete göre Şeyh Bedreddin’in çağdaşı Kaygusuz Abdal da onunla aynı dönemde, orada uzun süre kalmıştı, onunla da görüşmüş olabilir. Sonra tekrar Tebriz’e gitti. Orada, Hurufıler ile tanıştı. 

Saydığımız bu isimler kimler? Bunlar, Öteki İslam Tarihi’nin akıp geldiği yerler. Hurifiler, Timur istilasına karşı ayaklanmış, direnmiş ve savaşmışlardır. Bundan dolayı da asılmış, öldürülmüşlerdir. Bende sığar iki cihân / Beti bu cihâna sığmazam! dizeleri  Azerbaycanlı şair İmadeddin Nesimi’ye aittir; (şiirlerini isyan dili ile söyleyen) Nesimi, Şeyh Bedreddin’in çağdaşıdır. O dönemde Avrupa’da, Katar Şövalyeleri vardı. Onlar da kilisenin zulmüne karşı direniyorlardı. Trakya’da, Begomiller vardı. Begomil, Allah dostu demektir; bugünkü Bosnalıların atalarıdır. Onlar da resmi, egemen din anlayışı olan kiliseye karşı savaşmaktaydılar, Şeyh Bedreddin’in fikirlerine benzer fikirler savunuyorlardı. 

Avrupa’da Katarlar, Trakya’da Begomiller, Ege’de Bedreddinîler, Orta Anadolu’da Ahiler, Kalanderîler, Azerbeycan’da Hurufîler, Irak’ta, Suriye’de, Ortadoğu’da Karmatiler’in ardılları; bunların hepsi aynı fikirleri savunurlar. Kendi yaşadıkları bölgelerdeki sultanlara ve saraylara karşı çıkıp, ortaklaşacı bir mülkiyet çerçevesinde, yârin yanağından gayri her şey ortak anlayışını savunan gruplardır. Mesela Katarlar ve Begomiller Hıristiyandır. Diğerleri Müslüman kültürü içinden çıkmışlardır ama benzer şeyleri savunurlar. İbn Haldun’un ifadesi ile bunlar, merkeze karşı çevreyi temsil ederler; yani hadârete karşı bedâveti temsil ederler. Mülk sahiplerine karşı, emeğiyle, alın teriyle geçinenleri temsil ederler. Hepsinin de karakteri aynıdır ve bunlar tesadüfen çıkmış da olamaz, hemen hemen aynı yüzyıllarda yaşamışlardır. 

Azerbaycanlı İmadeddin Nesimi, 1418’de Halep’te diri diri derisi yüzülerek idam edildi. İnsan huruf ile yani harfler ile uğraştığı için derisi yüzülür mü, bunu aklınız alıyor mu? “Harflerle uğraşmış, onun için derisi yüzülerek idam edilmiş. ” Veya Varidat’ı yazmış olduğundan, burada cennet, melek, cin hakkında bugün bizim söylediğimize benzer fikirleri olduğu için Şeyh Bedreddin asılmış, bunu aklınız alıyor mu? Kitap yazdığı için insan asılmaz. “Hallacı Mansur, sırf Ene’l-Hakk dediği için asılmış.” Hayır! Sözünden, şiirinden, kitabından dolayı kimse asılmamıştır. Bunlar zamanlarının sultanlarına karşı isyana girişmişler, hareket ve muhalif bir duruş sergilemişlerdir. Ene’l-Hakk demek, Hakk bendedir, halife yeryüzünde Allah’ın gölgesi falan değildir, Allah hepimizin içinde, herkeste, yoksulun yüreğinde, her yerdedir! Vahdet-i vücut, hepimiz bir ve eşitiz, varlık birdir demektir. Fenafıllâh, halkta yok olmak demek, öyle saraylarda oturmak değildir. 

O zaman, bütün tasavvuf terimlerinin siyasi anlamı vardı; Hurufiliğin, Vahdet-i vücutçuluğun, Ene’l-Hakkçılığın… Bunlar, devrimci sufi hareketlerdir, Öteki İslam Tarihi’nin konusunu teşkil ederler. Ama bunun dışında başka sufi hareketler de var, onlar, saraylarla iyi geçiniyorlardı; onlara bir şey (cezalandırma, idam) yoktu, onlar sarayların başköşelerinde ağırlanıyorlardı; onların içinde de Ene’l-Hakk diyenler, Vahdet-i vücutçular vardı ama onlara bir şey (bundan dolayı ceza, idam vb.) olmuyordu. Ama bunlar kesiliyorlar! Demek ki, söze değil, kişinin duruşu, o andaki pozisyonu, aldığı siyasi vaziyet gereği bütün bunlar başına geliyordu. 

Şeyh Bedreddin, ta Hz. Peygamber’den, İmam Ali’ye, oradan Ebuzer el-Gıfari’ye, oradan ehlibeyt imamları yoluyla, oradan Mutezile düşünürleri yoluyla, özgür irade ekolü kanalıyla, Ebu Müslim Horasani’den Karmatilere, Karmatilerden Zenc İsyanı’na, Zenc İsyam’ndan, Nizari İsmaililiğinden, Anadolu’daki Babai İsyanları’na, Babai İsyanları’ndan Celali îsyanları’na kadar gelen bir çizginin, 1416 yılındaki ifadesidir. Bütün bir tarihte hiç kimse yok, bir tek Şeyh Bedreddin var diye düşünürseniz, çok fena yanılırsınız. Şeyh Bedreddin’in söylediği sözler, savunduğu fikirlerin hiçbiri, sadece kendinin savunduğu fikirler değildi, bir çizginin devamıydı. Hocası Hüseyin Ahlati, Şeyh Bedreddin’e, Rumeli’nin Hallaç’ı diyor; aynı zamanda, Rumeli’nin Ebuzer’i de diyebiliriz; çünkü o çizginin bir devamıdır. 

Bunlar, literatürde heterodoks İslam diye bilinen, benim Öteki İslam Tarihi dediğim kapsama girmektedir. Ve bu, sarayların dışından akıp gelen bir İslam anlayışıdır. Ezilen, horlanan, yok edilen İslam anlayışıdır, dışlananlar, ötekileştirilenler, hakları yenilenler, sesleri duyurulmayanlardır. İnşallah bunları bulup ortaya çıkaracak ve göstereceğiz. Ve insanlar görecekler ki, özellikle İslam tarihi olmak üzere, tarihte din ile dinsizliğin mücadelesi yok, dine karşı din vardır. Allah ile Allahsızlığın, inananlar ile inanmayanların mücadelesi değil, “Allah” ile Allah’ın mücadelesi, yani bir Allah anlayışı ile öbür Allah anlayışım mücadelesi vardır. Bir zenginlerin Allah’ı var, bir de yoksulların Allah’ı var. Bir ezenlerin İslam’ı var (veya dini), bir de ezilenlerin İslam’ı (veya dini) var. Firavunda da böyleydi, Babil’de de böyleydi, Asur’da da böyleydi. Adem’den beri, daima, birbirinden farklı iki Allah anlayışı, daima iki din yorumu olmuştur. 

Şeyh Bedreddin’in ezilenlerin İslam anlayışını savunduğunu görmeyip, ezenlerin “İslam’ına, sarayın “Allah”ına karşı çıkmasını, doğrudan İslam’a ve Allah’a karşı bir hareket olarak görmek, onu bir kez de zihinlerde çırılçıplak asmak anlamına gelir ve bu, Türkiye’de yapılmıştır. Şeyh Bedreddin’in Serez’de fiziken çırılçıplak asıldığı yetmiyormuş gibi, insanların zihinlerinde de çırılçıplak asılmıştır. Ne yapmak suretiyle? Onu din dışı göstermek suretiyle. İslam âlimi olduğunu, Kuran yorumu yaptığını, Varidat’ta Allah Allah deyip durduğunu görmeyip, Allah’a inanmayan bir adam gibi yansıtmak, onu zihinlerde çıplak/üryan çarmıha germektir. Şeyh Bedreddin’i bu şekilde öğrenemezsiniz. Klasik ateist ve sol ağızlardan Şeyh Bedreddin’i öğrenemezsiniz. O devir bitti, biz yeni bir devir açıyoruz, ikisini birleştiriyoruz. O dille, din dilini birleştiriyoruz. Bu Fatih’teki tarikatlardan, cemaatlerden, dini merkezlerden de Şeyh Bedreddin’i öğrenemezsiniz; nereye gitseniz, dinsiz imansız, mürtedin teki diyecekler! İyi ki asıldı diyecekler! O devir de bitti. Bu insanları bunlardan öğrenmemiz mümkün değil; şahsen ben öğrenemedim. Nazım Hikmet’ten Şeyh Bedreddin destanını okudum, isyanını öğrendim ama imanına dair bir şey öğrenemedim, yok; çünkü göstermiyor. Bir diğerine bakıyorum, imansız ilan ediyor, dinsiz ilan ediyor. Hâlbuki Şeyh Bedreddin de hem iman, inanç, hem de isyan vardır. 

Şeyh Bedreddin’in sınıfsal karakterini inkâr etmek, onu göğsünden hançerlemektir. Şeyh Bedreddin’in Kuran’a dayalı bir hareket olduğunu kabul etmemek, onu sırtından hançerlemektir. Garibim hem zamanında asılmış, hem de zihinlerde hançerlenip duruyor. Ben buna çok üzülüyorum, yüreğim paramparça oluyor. Böyle insanları meydanlara çıkıp bas bas bağırarak anlatasım geliyor. Neden? Acaba biz de ölünce böyle mi olacağız diye korkuyorum. Düşünün, bir insanın sağlığında kitapları yakılıyor, asılıyor, eseri beş yüz yıl sonra yazılıyor, kimse onun kitabından eserinden bahsedemiyor, Varidat denince herkes tir tir titriyor, saklı saklı anıyor. 

Onu zihinlerde asmak, yanlış tanıtmak ile oluyor; bir din sahibi olduğu halde, dinsiz gibi gösteriyorsun; Allah’a inandığı halde, inanmıyormuş gibi gösteriyorsun, hem kötülemek, hem de güya övmek için. İki taraf da birbirini besliyor. Biri diyor ki, “o, çağının çok ilerisindeydi, öyle ki çağında yaratıcıyı kabul etmiyordu” yani “Allah’ı kabul etmiyordu” demek, lafı oraya getirmek istiyor. Hâlbuki söylenmesi gereken şey şudur: Şeyh Bedreddin, zamanın “Allah” anlayışına, egemen din anlayışına karşı çıkmıştır, Allah’a ve dine değil! Kendine göre bir Allah anlayışı, kendine göre bir din yorumu, kendine göre bir İslam yaklaşımı, kendine göre bir Peygamber saygısı sevgisi vardır. Nitekim Varidat’ta, onlarca hadis, onlarca ayet geçiyor. 

Şeyh Bedreddin zamanında yaşayanlardan biri de İbn Haldun’du ve büyük ihtimalle Mısır’da görüşmüşlerdi. Arkadaşlar, Şeyh Bedreddin, isyanı planlamıştır. Bazılarının iddia ettiği gibi, müritleri, Torlak Kemal ile Börklüce Mustafa isyanı yapmış da, o da bunların belasına idama gitmiş değildir. Ta Mısır’dan dönerken, zihninde bir proje vardı. Sorun neydi? Şu: O zamanki emeği ile geçinenler, yani ezilenler, sömürülenler, köylülerdi. Bugün nasıl ki işçiler, hizmet sektöründe çalışanlarsa, o zamanlarda temel üretim aracı toprak olduğu için, toprakta çalışan köylüler, üretimin ana unsurunu oluşturmaktaydı. Osmanlı’da tımar sistemi vardı. Topraklar üçe ayrılırdı, bunlardan biri de tımardı. Sultana, ağaya, paşaya, yerel beye ait topraklar ve bu topraklarda çalışan köylüler arpa buğday ekiyorlar ve buralar vergiye bağlanıyor. Yani toprak ağası ve onun marabası, feodalite. Osmanlı İmparatorluğu kurulurken mülk Allah’ındır diye kurulmuştu, miri toprak sistemi getirilmişti. Bütün topraklar Allah’a aitti, başka hiç kimseye ait değildi, çalışacağız, üreteceğiz, alnımızın terinden hakkımızı alacağız, üç yıl üst üste çalışmayandan toprak alınacak, öbürüne verilecek denmişti. Miri toprak sistemi İslam kültüründen geliyordu, toprakta özel mülkiyet yoktu. 

Özel mülkiyet Roma kavramı, oradan İslam dünyasına geçmiştir. İslam dünyasında, kadim dünyada mülk Allah’ındır; dolayısı ile özel mülkiyeti reddeder. Mülkiyet kimseye ait değildir demek herkese aittir demektir. Bu düşünce ezeli bir düşüncedir, ilk defa Marks ile ortaya çıkmış değildir. Hatta bunları Marks, İbn Haldun’dan öğrenmiştir; bedeviyi, hadarîyi, burjuvaziye proletaryaya çevirmiştir. İbn Haldun der ki; “İnsan için yegâne değer emektir, emekten başka bir değer yoktur, tarih bedeviler ile hadarîlerin savaşından ibarettir…” Yani alet edevat kullanan, üretim araçlarına sahip olanlarla, bunlara sahip olmayanların savaşımından ibarettir der. Komünist Manifesto da bu cümle ile başlar: Tarih sınıf savaşlarından ibarettir… Bu söz İbni Haldun’dan alınmıştır. İbn Haldun 1406 yılında vefat etmiştir. Şeyh Bedreddin 1416 yılında vefat etmiştir. 15. yüzyılın hemen başında, Mısır’da görüşmüşlerdir. İbn Haldun’un teorisini, Şeyh Bedreddin sosyal bir projeye dönüştürmek istemiş ve bir hareket dâhilinde ortaya koymuştur. Bedreddin’in Mısır’dan dönüşünde kafasında bir proje vardı. 

Anadolu’da Ahiler ve Kalenderiler vardı. Bunlar ortaklaşacı yaşayan, Anadolu köylüleriydi, yaşantıları halk İslam’ıydı, saray İslam’ını sevmezler, beylerden, paşalardan nefret ederlerdi. Bunlar Şeyh Bedreddin’e destek verdiler. Börklüce, başına börk takmak demektir. Börklüce (Mustafa) Osmanlı ordusunda askerdi. Osmanlı sultanı onun gözünün önünde birçok esir askerin kafasını kestirtti. Börklüce gördüğü karşısında travma geçirdi ve sultanlığın çok zalim bir şey olduğuna dair fikirler oluşmaya başladı. Şeyh Bedreddin Bursa’da öğrenci iken, Yahudi arkadaşı Elyasos, Yahudi haham kurulunun vermiş olduğu fetva ile diri diri yakılmak suretiyle öldürüldü. Çok uğraşmasına rağmen Şeyh Bedreddin bu cezayı affettiremedi; amcası Bursa kadısıydı, ona gitti, yalvardı yakardı, yapmayın dediyse de, amcası, “ben dahi buna engel olamam” dedi. Şeyh Bedreddin bu olay ile ilk travmayı Bursa’da geçirmiştir: Dinler adına işlenen bu vahşet, insanı diri diri yakmak nedir? 

Yahudi Elyasos, dinlerin birliği fikrini savunuyordu. Tapınakların ayrı olması, dinlerin ayrı olduğu anlamına gelmez, bu tapınakların duvarlarının kaldırdığında bütün dinler birdir dediği için, tapınağın ileri gelen bekçileri, rahipleri tarafından öfke ile karşılandı. Cami, kilise, havra, cemevi, mescit, bunlar sonradan ortaya çıkmıştır, bunların özü birdir, bunları kaldıralım dediğiniz zaman, size en çok kim kızar? Bu tapınağın etrafındaki yöneticiler sana ateş püskürür: “Bizim tezgâhımızı bozuyorsun” derler. 

Bedreddin’in travması, şu anda IŞID’e bakanların, din hakkında şoka uğraması gibidir, insanların kelleri kesiliyor sen kalkmış bana Allah’tan Peygamber’den bahsediyorsun, bana Allah’tan Peygamber’den bahsetme diyen, IŞID’den ürkmüş korkmuş onlarca insan tanıyorum ve onları Allah’a Peygambere döndüremiyorum. Bir müddet yanımıza yaklaşma, bize bundan bahsetme diyorlar. “Belki şu IŞID ortadan kalkar da senin söylediklerin de, senin dışında birileri tarafından daha desteklenirse, bunun söylediği doğruymuş falan diyebiliriz.” Aksi halde? “Aksi halde sen zaten yalnız bir adamsın, varsa da birkaç kişi, sayınız az, öbürleri çok, demek ki gerçek İslam IŞİD’dir.” Senin dediğin İslam değildir noktasına geliyorlar. 

Osmanlı’nın, kadıların din zulmünden, din adına işlenen cinayetlerden kaçanlar, son durak olarak Şeyh Bedreddin’e geldiler, onun etrafında toplandılar. Dediler ki, senden sonraki hiçlik, bu dini bırakacağız. Bu açıdan Bedreddin’in durumu, bizim durumumuza çok benziyor. Bir televizyon programında bana dendi ki, ateizm ile IŞÎD arasındaki mesafede siz nerede duruyorsunuz? Ben dedim ki, ateizmden bir önceki duraktayım. Şeyh Bedreddin de ateizmden bir önceki durakta duruyordu. Etrafına toplananlara bakarsanız, Osmanlı’nın zulmünden, kadıların rüşvetçiliğinden, din istismarından bıkmış, yaka silkmiş kişiler ona koşuyor. Zulümden kaçmış, diyor ki “Ey Bedreddin, Allah’ı bırakmak üzereyiz, sen son durağımızsın.” 

Şeyh Bedreddin de, Osmanlı’nın kurucu ailesinden, hanedan soyundan geliyordu. O zamanki çağda soy bakımından kurucu aileden gelmek bir karizma veriyordu. Selçuklunun ileri beyliklerinden, öncü, akıncı beyliklerinden, babası da bir akıncı beyiydi. Sünni İslam kültürü içinde yetişmiş, Alevi değil, içinden çıktığı, yetiştiği çevre Sünni. Ama Sünni kültürün bağrında, ona isyan olarak doğmuş. Osmanlı’daki Sünni din zulmüne bir isyan olarak doğmuş. Böyle olunca hemen etrafında bu zulümden bizar olanlar toplanmış. Kimler? Torlaklar, Aleviler, Kalenderiler, Yahudiler, Ermeniler, Müslüman, gayrimüslim o zamanki Osmanlı sarayının zulmünden kim eziyet çekiyorsa… Vergi toplayıcılarının zulmünden inleyenler, vergilerinden boğulanlar, onun etrafına toplanmış ve isyana katılmışlar. Devir de Fetret Devri; Yıldırım Beyazıt ölmüş, oğulları taht kavgasına tutuşmuş. Bu esnada Anadolu’da fena bir zulüm vardı, insanlar akşamlara kadar çalışıp, vergi diye saraya göndermektedirler. Anadolu bir kurtarıcı aramaktadır. Şeyh Bedreddin Mısır’dan döndükten sonra, mesela Edirne’ye yürüyüşü var, orada halk sokaklara dökülerek, İsa’nın Kudüs’e gelişinde olduğu gibi onu karşılamış, binlerce insan peşine düşmüş. Ve nihayet, Sultan Mehmet Çelebi, onu önce İznik’e sürgüne gönderiyor, Bedreddin Teshil’i orada yazıyor. 

Bedreddin, gelenlerle birlikte bir plan yapıyor, ayaklanma planlıyorlar. Ve nihayet Börklüce Mustafa’ya diyor ki, “Sen İzmir’den başla, Torlak Kemal sen de Manisa’dan Ege’den başlayacaksın, ben de Edirne’ye geleceğim” diyor. O zaman imparatorluğun en önemli şehirleri buralar, henüz doğu tarafının falan fazla etkinliği yok. Ve bunu (ayaklanmayı) planlıyorlar, tesadüfen başlamıyor yani. Kendisi zaten Osmanlı’da kazasker olmuş, o esnada topraksız köylülere toprak dağıtmıştı. Börklüce Mustafa, İzmir Karaburun ve civarında, köylerde ve kasabalarda, bugünkü tabiriyle, özyönetimler kuruyor; çünkü onlar, merkezi padişahlık yönetimine inanmıyorlar. Düşündükleri toplumsal düzen, padişahların düşündüğü gibi değil. Nasıl ki sarayın Allah’ından farklı bir Allah düşünüyorlar, sarayın anladığı, merkeze bağlı, yeryüzünde Allah’ın gölgesi padişahın olduğu en üstten alta doğru yayılan bir yönetim, toplumsal örgütlenme düşünmüyorlar. Aşağıdan yukarıya doğru, küçük birimler halinde, Haşan Sabbah gibi… Haşan Sabbah’ın 360 kalesi vardı; bugünkü tabirle 360 kantonu, küçük yerleşim birimleri vardı. İslamiyet, saraylarda imparatorluklar şeklinde değil, küçük yerleşim birimlerinde azar azar nüfuslarla, ortaklaşacı üretim ve paylaşım düzeni ile yaşanır diyorlar. Şeyh Bedreddin bu görüşün, Karmatilerin bir devamıydı. Karmatiler de Yemende El-Ahsa şehrinde aynısını yapmışlardı. Zenc Isyanı’na katılanlar da el-Muhtare şehrinde aynısını yapmışlardı. Saray dışındaki Islami akımlar hep yerinden yönetimi, padişahçılığı değil ortaklaşacılığı, küçük birimler halinde yaşamayı, beraber üretmeyi ve paylaşmayı savunmuşlardır. Onun dışındaki saray İslâmî, tepede bir padişah, vergi koymayı, haraç toplamayı, baskı uygulamayı savunmuş. Bu akım, onların (sarayın) alternatifiydi, aynısını Börklüce Mustafa Ege’de uyguladı, zenginlerin topraklarını köylülere dağıttı. Hep beraber çalışacağız, bütün köylülerin toprağı olacak dedi. Aynısını Manisa ve Saruhan civarında Torlak Kemal yaptı, Şeyh Bedreddin de Kazasker, yani bugünkü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, kadıların başıydı. O göreve de İslam âlimi olmayanı getirmezlerdi. Kazasker olan Bedreddinin ilk yaptığı iş, köylülere toprak dağıtmak oldu. Ellerine geçen ilk olanakta, ne yapmak istedikleri (ortaklaşacı toprak düzeni) bellidir. 

Peki bu nereden geliyor? Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde ilk yaptığı şey, zenginlerin topraklar etrafında kurmuş oldukları çitleri yıktırmak oldu. Hz. Ali, yönetime geldiğinde ilk yaptığı iş, bütün valilere vazetti, onlara verilen toprakları geri aldı ve topraksız köylülere dağıttı. Börklüce Mustafa’nın kurdukları özyönetimde yaptıkları ilk iş buydu, Karmatiler de buydu, Ebu Müslim Horasani de buydu, Hürremiler de buydu. Celali İsyanı’nda ortaya çıkanlar, küçük bir köy elde ettiklerinde, yaptıkları ilk iş, hemen toprağı paylaşmak ve bölüşmekti. Bütün Celali İsyanları, yoksul isyanlarıydı; bunların birçoğuna, Alevi, Kızılbaş isyanları denmiştir. Alevi isyanları da vardı ama büyük çoğunluğu Türk Sünni isyanlarıydı. Türk-Sünni kültürü itaat kültürüdür, devletine isyan etmez dedirtmek için, bu isyanların tamamına Alevi Kızılbaş isyanları dediler. Alevi Kızılbaş denince ne olacak, Fatih’teki Sünni, bu isyanın ne dediğini dinlemeyecek. Mesela, Bozoklu Şeyh Celal, Vardar Ali Paşa isyanları vs. Alevi isyanı değildi ama onlara da Alevi isyanlarıdır dendi. Etrafındakiler kimdi peki, onlar bunlar, fark etmez, aynı Şeyh Bedreddin’in etrafındakiler gibi. Bu, Osmanlı tarihçilerinin bilinçli yaptıkları bir şeydir. Şu anda devlete en muti olan bölge İç Anadolu diye biliyor değil mi? Müslüman, Türk, Sünni kültür diye biliniyor. Bu isyanları hepsi oradan çıkıyor, Orta Anadolu’da, hepsi. Hepsinin ortak özelliği yoksul köylüler olmasıdır, Alevi, Sünni fark etmez, Ermeni, gayrimüslim fark etmez, hepsinin de ortak durumu yoksulluktur. 

Naima adlı Osmanlı tarihçisi, Bozoklu Şeyh Celal İsyanı’ndan sonra şöyle diyor: *İsyancılar Osmanlı ordusunu ele geçirdiler ve ilk kez yünlü elbiseler giydiler, ilk kez, çıplak baldırlarını örttüler! Ve karınlarını doyurabildiler” diyor. “Ordudan ele geçirdikleriyle!” İsyana katılanların durumunun ne olduğunu, gerisini, artık siz düşünün. Ve onları aşağılıyor, ilk kez böyle oldu diyor, baldırları çıplaktı diyor, ordudan isyanla aldıklarıyla karınları doyuyor da tarihçi de onları işte böyle aşağılıyor. Yani bu isyanların hepsi, Osmanlı yoksullarının isyanlarıdır; anonim olarak halk şu sözleri de üretmiştir: Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok, biçen de yok/Yemede ortak Osmanlı. Bu, o zamanki durumu tam olarak anlatıyor. 

Bu tür isyanların kendilerine önder beklediği zamanlar vardır; 1410’lu yıllar da böyle bir zamandır ve Şeyh Bedreddin de tam böyle bir zamanda ortaya çıkmıştır. Son sahnede: Mehmet Çelebi, oğlu Murat ve Beyazıt Paşayı, bu özyönetimlerin üzerine gönderdi, bunlarla çarpışıldı. On bin kişinin sekiz bini savaş alanında öldürüldü, Börklüce Mustafa dâhil, iki bin kişiyi de esir ettiler. Ve bu insanları sıraya dizerek, bizatihi Şehzadenin ve Beyazıt Paşa’nın denetiminde, Börklüce Mustafa’yı sağ bırakıp, ellerinden ayaklarından çivi çaktılar (çarmıha çivilediler). Börklüce daha fazla acı çeksin diye, ona göstererek iki bin kişinin kafasını tek tek kestiler. En son Börklüce kaldı, ona tövbe etmesini, sultandan özür dilemesini, fikirlerinden vazgeçmesini, nedamet getirmesini istedilerse de o cellatların yüzüne tükürdü. Onu epey bir çarmıhla devenin üstünde, köylerde kasabalarda dolandırdılar ve kafasını keserek öldürdüler. Manisa civarında olan Torlak Kemal’e de aynısını yaptılar. 

Sultan, Edirne’deki Şeyh Bedreddin’in üstüne yüz adam gönderip yakalattı; son bir kez görüşeyim diye getirtti. En son görüşmede ne olduysa işte, idamına karar veriyorlar. Çelebi Mehmet diyor ki, bunu asmaktan başka çare yok. Şeyh Bedreddin hanedan soyundan geliyor, Osmanlı’da görev almış, kazaskerlik yapmış, Börklüce Mustafa da onun kethüdası, yani genel müdürlüğünü yapmış, Musa Çelebi zamanında böyle görevler almışlar, o zaman Musa Çelebi onlara destek vermişti. “Kazaskerlik yapmış bir adamı nasıl asarız, neye göre yargılayacağız?” O zaman İranlı bir molla, ona siyaseten kati fetvası veriyor. İsyan ettiği ve isyana öncülük ettiğinden dolayı katledeceğiz diyorlar. Müslüman diye de zındık tanımına tam koymadan, İranlı molla “kanı helal, malı, karısı, kızları haramdır” diye fetva veriyor. Eğer “zındık” olsaydı, “karısı, kızı, malı da helal” olacaktı. Müslüman olanlara, siyaseten katide, “sadece kanı helal, malı ve ırzı haram” fetvası verilir; zihniyete bakın! 

Dolayısı ile fetvayı verdiler ve bugünkü Yunanistan sınırları içinde kalan Serez Çarşısı’nda, bir bakırcı dükkânı karşısında, aşağılamak için çırılçıplak astılar. Osmanlı’da böyle vahşi gelenekler vardı. Osmanlı, tipik bir Roma İmparatorluğudur, İslam ile falan alakası yoktur. Haneden soyundan isyan edeni hem çırılçıplak hem de tecavüz ettikten sonra asarlar, mesela Genç Osman’ın katli öyle olmuştur. Bütün bir itibarı sarsılmış olarak yok olsun gitsin, insanların zihninde de katledilsin diye bunu yaparlar, Şeyh Bedreddin’i de bunun için çırılçıplak astılar. Ve gömdüler. Beş yüz yıl boyunca mezarının nerede olduğu belli değildi. 1961 yılında, Bakanlar Kurulu karar ile mezarının buraya getirilmesi kararı alındı. Ve bir kavanoz içinde, nereye gömüleceği belirsiz bir şekilde Topkapı Sarayı içinde yirmi yıl bekledi. Ondan sonra, Divan Yolundaki, Sultan II. Mahmut türbesinin bir köşesine konulması, nakledilmesi kararlaştırıldı ve oraya koydular, şu anda da orada. Biz de cuma günü inşallah oraya gideceğiz, mezarı başında, gelenlerin dinlemesi için Türkçe Yasin okuyacağız, sizi de davet ediyorum. Şeyh Bedreddin’e Allah’tan rahmet dileyeceğiz, yolunu sürdüreceğimizi, oradaki insanlara ilan edeceğiz, sözümüzü söyleyeceğiz. Kitaplarla, onun bıraktığı hatıralarla, ezeli olan ve onun da sahip olduğu fikriyatı, çağımızda tekrar tekrar anmak suretiyle devam ettireceğimizi söyleyeceğiz…

(Bu yazı R.İhsan Eliaçık’ın Şeyh Bedreddin (Yenilikçi Müslüman Düşünürler Dizisi 5, ) adlı kitabından alınmıştır. Sayfa 11-22 arası, 2. Basım Mart 2017, İstanbul, Tekin Yayınevi)