Türkiye ve İslam dünyası Ramazan ayını karşılamaya hazırlanıyor.
Özellikle Türkiye’de Ramazan ayı geldiğinde bir kısım televizyon kanallarında bu aya özel ilginç dini yayınlar yapılıyor.
Bu yayınlarda zaman zaman seviyenin çok düştüğü malumdur.
İzleyici yahut konukların sorduğu bazı sorular, bazen komedi filmlerindeki replikleri anımsatıyor.
Nitekim bu programlarda yer alan bazı ilahiyatçıların hal ve tavırlarından esinlenen usta komedyenlerin çeşitli skeçler ürettiklerini de biliyoruz.
Aradan geçen yüzıllara rağmen avamın oruca ve Ramazan ayına ilişkin soruları neredeyse hiç değişmiyor.
Temel argümanı; “orucu ne bozar?” ifadesi olan malum sorular, aktüel ve popüler olma özelliklerini hiç yitirmiyor.
Ancak oruca ve Ramazan ayına ilişkin bilinmesi gereken fakat pek gündeme getirilmeyen çok önemli konular var.
Bu yazıda işte o konulara ilişkin birkaç hususa yer vermek istiyorum.
Ramazan ayı orucu, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinin ikinci yılında farz kılınmıştır.
Dolayısıyla Hz. Muhammed, sadece 8 yıl Ramazan orucu tutmuştur.
Hz. Muhammed’in tuttuğu Ramazan oruçları günlerin kısa olduğu kış mevsimine denk gelmiştir.
Yani Hz. Muhammed ömrü yetmediği için uzun yaz günlerinde hiç oruç tutmamıştır.
İlk Ramazan orucu 624 yılının Şubat ayında tutulmuştur.
Hz. Muhammed Şubat ve Aralık aylarında oruç tutmuştur.
Bu aylarda gündüzlerin kısa olduğu malumdur.
Acaba Hz. Muhammed’in ömrü yetseydi ve uzun yaz günlerinde de oruç tutma deneyimi yaşasaydı oruca ilişkin yeni bir düzenleme, yeni bir vahiy gelirmiydi?
Zira peygamberin yaşamında bazı uygulamaların zamanla değiştiği ve bu değişimin de vahye dayandırıldığı malumdur.
Hatta bu durum oruç konusunda da yaşanmıştır.
Nasıl mı?
Anlatalım…
Ramazan orucu ilk farz kılındığında tıpkı Muharrem orucu gibi tutuluyordu.
Araplar Muharrem orucu tutmayı da Yahudilerden öğrenmişlerdi.
Muharrem orucunda yalnızca tek öğün yenilirdi.
Bir sonraki günün orucu yatsı vakti başlardı.
Yani akşam açılan oruç, bir kaç saat sonra yeni günün orucuna niyet edilerek devam ederdi.
Yalnızca akşam ile yatsı arasında yeme içme serbestti.
İmsak, sahur diye bir şey yoktu.
Ayrıca oruç gecelerinde tıpkı gündüz olduğu gibi cinsellik yasaktı.
Ancak bu kurallar sonradan değişti.
Değişimi Dişi Sığır Bölümü/Bakara Suresi 187.Ayetten öğreniyoruz.
Bu ayette oruç gecelerinde cinsel ilişkinin serbest bırakıldığı ve oruca başlama vakti konusunda, sabah siyah iplikle beyaz ipliğin ayırdedilecek kadar havanın aydınlanmasının esas alınması gerektiği belirtilmektedir.
Ayette şöyle deniliyor: “Oruç gecelerinde kadınlarınızla ilişki size helal kılındı…
Allah bu yüzden sizin kendinizi yeyip bitirdiğinizi bildiği için tövbenizi kabul edip sizi bağışladı.
Artık onlara serbestçe yaklaşın…
Tanyerinin ak ipliği kara ipliğinden ayırdedilinceye değin yiyin için.
Daha sonra da gece oluncaya değin orucunuzu tamamlayın…”
Ramazan orucunun emredildiği 185.Ayette böylesi hiçbir kuraldan bahsedilmemiştir.
Bu nedenle oruç, Yahudilerin tuttuğu gibi tutuluyordu.
Fakat 187. Ayette çok köklü bir değişikliğe gidildiği görülüyor.
Peki neden bu değişikliğe gidildi?
Çünkü bir şey yaşandı.
Hattap oğlu Ömer(Halife Ömer), bir yatsı vakti mescitte ibadetten sonra peygamberin yanına gidip ona şöyle dedi: “Ey Allah’ın elçisi, ben dün gece yasak olmasına rağmen yatsı ibadetinden sonra eşimle birlikte oldum”
Peygamber, Hattap oğlu Ömer’e; “Bu sana yakışmadı ey Ömer!” dedi.
Bu konuşmaya tanık olanlardan bazıları da geceleri eşleriyle birlikte olduklarını itiraf ettiler.
Peygamber üzüntü ve kızgınlıkla oradan ayrıldı.
Daha sonra işte bu yaşanan olay üzerine 187.Ayet geldi ve oruç gecelerinde cinsel ilişki serbest bırakıldı.
Görüleceği üzere Hattap oğlu Ömer’in yaşadığı bir hadise nedeniyle orucun kuralları değişti ve yasak olan cinsellik serbest bırakıldı.
Kim bilir belki peygamber, uzun yaz günlerinde de oruç deneyimi yaşasaydı büyük olasılıkla orucun süresi konusunda da bir değişiklik söz konusu olabilirdi.
Öte yandan aslında sanıldığının aksine oruç günlerinin sayısı da ihtilaflıdır.
Zira ne 185.Ayette ne de 187. Ayette oruç günlerinin sayısı açıklıkla ifade edilmiş değildir.
Neredeyse icmaya yakın derecede yani görüş birliği içerisinde ulema, oruç günlerinin sayısının Ramazan ayının tümü olduğu noktasındadır.
Yani 29 – 30 gün…
Ancak yine de aykırı yahut uç görünse de oruç günlerinin sayısı konusunda farklı fikirler de vardır.
Bu farklı fikirlerin sebebi de hem ilgili ayetlerde oruç günleri sayısının açıkça belirtilmemiş olması hem de 184. Ayette geçen “Eyyamen Ma’dudat” ifadesidir.
Ayette orucun sayılı günlerde olduğu belirtilmektedir.
“Eyyamen ma’dudat” ifadesinin Arapçada sayılı günler yahut birkaç gün anlamına geldiği ifade ediliyor.
Birkaç gün yahut sayılı gün ise 3 ila 10 gün arası bir günü işaret etmektedir.
Kur’an yorumcusu Fahruddin Razi, “Tefsir’ül–Kebir” adlı yapıtında Bakara Suresi 80.ayeti yorumlarken bu görüşü ortaya koyuyor.
“Eyyamen ma’dudat” ifadesi Kur’an’ın başka ayetlerinde de geçmektedir.
“İsrailoğlulları; sayılı bir kaç gün dışında ateş bize dokunmayacaktır, dediler…” (Dişi Sığır Bölümü/Bakara Suresi 80.Ayet)
“Onların bu tutumlarının nedeni “ateş bize sayılı birkaç gün dışında dokunmayacaktır,” demeleridir…” (İmaran Ailesi Bölümü/Al–i İmran Suresi, 24.ayet)
“Tanrı’yı sayılı günlerde anın…” (Dişi Sığır Bölümü/Bakara Suresi, 203.ayet)
“Eyyamen ma’dudat” ifadesiyle birkaç günün kastedildiği görülmektedir.
Bu ifadeyle en az üç, en çok 10 günün işaret edildiğinin Kur’an’da pek çok kanıtı vardır.
Bunlardan biri de Dişi Sığır Bölümü / Bakara suresi 196. ayettir: “…Bunu bulamayan ORUÇ tutsun: Bu, üç günü hacda, yedi günü döndüğünüzde, tam on gündür. Bu, ailesi Mescid-i Haram’da oturmayan kişi içindir…”
Görüleceği üzere hac ibadetiyle ilgili bu ayette oruç günleri konusunda bir açıklama vardır.
Bakara Suresi 184. ayette belirtilen “Sayılı Günler” sözünün ne anlama geldiği bu ayette bizzat Kur’an tarafından açıklanmaktadır.
Kur’an’ın, Kur’an’la tefsir edilmesi ilkesiyle hareket edildiğinde böylesi bir yoruma ulaşmak mümkün olabilmektedir.
Kur’an’da on gün kavramına yapılan göndermeler başka ayetlerde de vardır.
Nitekim Araf Suresi 142. ayette de on gün vurgusu yer almaktadır: “Musa ile otuz gece için sözleşmiştik. Ve bunu bir ON ekleyerek tamamladık…”
Bununla birlikte on gün yahut on gece kavramına yapılan en güçlü vurgu Fecr Suresi’nin 1 ve 2.ayetlerinde bulunuyor.
“Tan yerine ve on geceye and olsun…”
Burada orucun başlama vaktine de bir vurgu söz konusudur.
Tan yerine yemin edilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Bu ayetlerdeki “on gece” ifadesiyle Muharrem ayının ilk on gününe işaret edildiği ve Muharrem orucuna gönderme yapıldığı belirtilmektedir.
Dişi Sığır/Bakara Suresi 185.Ayette geçen “şehr” ifadesiyle takvim ayı değil de gökte beliren dolunayın kastedildiği, dolayısıyla da Ramazan orucu günlerinin dolunay günleri olduğu da ileri sürülmektedir.
Buna göre de Ramazan’da oruç günü sayısı 3’tür.
Zira dolunay üç gün sürmektedir.
Bir diğer ilginç bilgi de şudur: Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye hicretin ikinci yılına değin ayda üç gün oruç tutulmasını öğütlemiştir.
Fakat bunu zorunlu kılmamıştır.
Bu nedenle Ramazan ayında da aslında oruç, üç gün olarak tutulmuş ve bu, farz-ı ayn olarak görülmemiştir.
Alevi geleneğinde zorunlu olmamakla birlikte Ramazan ayında üç gün oruç tutma uygulamasının dayanaklarından birinin de Hz Muhammed’in bu pratiği olduğu anlaşılmaktadır.
Bu arada hemen belirtelim ki, Alevi geleneğinde farz-ı ayn anlamında Ramazan ayında bir ay süreyle oruç tutma uygulaması yoktur.
Alevilikte 10-12 günlük Muharrem orucu muteberdir.
Oruçla birlikte aynı zamanda Kerbela şehitleri için yas da tutulur.
Aslında Ramazan orucu konusunda bütün İslamî ekollerin ittifakı diye bir durum yoktur.
Yani bu konuda Aleviler yalnız değildir.
Nizari İsmailîleri de benzer bir tavra sahiptir.
Nizarî İmamlarından 2.Hasan, bir Ramazan günü (17 Ramazan 559/8 Ağustos 1164) mehdiliğini ilan ederek oruç, namaz gibi şerî ibadetleri/ritüelleri kaldırdığını açıklamıştır.
Böylece Nizari İsmailîleri Sünni-Şii şerî ibadetleri büyük ölçüde terketmişlerdir.
Bazıları Alevilikteki durumu da Nizarî etkiye bağlarlar.
Ramazan ayının ne zaman başladığı konusunda da İslam ülkeri arasında görüş birliği yoktur.
Bazı ülkeler, Ramazan’a bir gün evvel başlarken bazıları da bir gün geç başlamaktadır.
Bu konuda hilalin görülmesi (rüyet–i hilal) meselesi temel etkendir.
Bazıları hilalin çıplak gözle görülmesinin şart olduğunu ileri sürmekte, bazıları ise böyle şarta yer olmadığını, teknolojik aygıtlarla ayın ne zaman başladığını tespit etmenin çok kolay olduğunu belirtmektedirler.
Orucun başlama vakti konusunda da süregelen tartışmalar vardır.
İmsak vakti noktasında Diyanet İşleri Başkanlığı ile bir kısım ilahiyatçılar arasında 70 dakikalık bir zaman farkı vardır.
Peki orucu gerçekte kimler tutmalıdır?
İslam’da ibadetler/ritüeller konusundaki önemli unsurlardan biri de kişinin bu ibadetleri/ritüelleri yapabilmesi için hür/özgür olması yani köle olmaması gereğidir.
Buradan hareketle köleler, efendileri izin vermediği müddetçe bu tür ritüelleri yapamazlar.
Nitekim Cuma namazının şartlarından birinin hürriyet olduğu ilmihal kitaplarında açıkça ifade edilmektedir.
Hür olmayana gerçekte ibadet yükümlülüğü yoktur.
Bu genel hüküm uyarınca aslında oruç için de hürriyet şarttır.
Hürriyetin kapsamı yalnızca köle olmamak biçiminde anlaşılamaz.
Zaten resmi manada bugün kölelik yasaktır ve köle bulunmamaktadır.
Ancak insanların köle olmamaları demek, yaşamlarının her anında özgür oldukları anlamına da gelmemektedir.
Söz gelimi memuriyet, işçilik gibi statülerde bulunanların hürriyetleri kısıtlıdır.
Tam anlamıyla özgür değildirler.
Bu gibi kimselerin gerçekte oruç yükümlülükleri yoktur.
Köleliğin cari olduğu dönemlerde büyük takat gerektiren işleri zaten köleler yapmaktaydılar.
Efendileri ise yorucu hiçbir işle meşgul değillerdi.
Kölelerin efendileri için yani hürler için bir yükümlülük olan oruç ibadeti/ritüeli ilave bir bedensel/fiziki bir güç gerektirmediğinden yerine getirilmesi herhangi bir zorluğa yol açmıyordu.
Ancak köleler için durum bambaşkaydı.
Zaten efendileri de verim kaybı yaşamamak için kölelere oruç tutturmuyorlardı.
Açıkça ifade edelim ki geçmişin köleleri aslında bugünün işçileridir.
İşçi konumunda olan yahut ağır işlerde çalışan ve oruca güç yetiremeyen yahut zor güç yetiren kimseler için oruç yükümlülüğü yoktur.
Onlar ilgili ayetlerde belirtildiği üzere maddi imkanları el veriyorsa fidye vermekle yükümlüdürler.
Nitekim; 184. Ayette geçen “yutîkune”/“güç yetirememek–zorlukla güç yetirmek” ifadesi bağlamında müfessir İbn Abbas’tan beri bir tartışma söz konusudur.
Buradan hareketle sadece hasta, gebe ve yolcular değil, güçsüz kimseler de oruç tutmakla yükümlü değildirler.
Muhammed Abduh gibi modernist İslam düşünürleri güçsüz kimseler yahut zorlukla güç yetiren kimseler ifadesinin kapsamına ağır işlerde çalışan işçileri de dahil etmektedirler.
Oruçla ilgili bir başka konu da şudur: 184.Ayetteki hükümler gereğince Ramazan orucunun tümüyle ihtiyarî bir ibadet olduğu, dileyenin oruç tutabileceği, dileyenin ise fidye verebileceği belirtilmektedir.
Hatta bu ayette ifade edildiği üzere bu ibadeti/ritüeli yapmanın daha hayırlı olduğu ama yapamayanların da fidye verebileceği hükmü gayet nettir.
Ama bazıları sonra gelen 185.Ayetin 184’teki hükmü neshettiğini ileri sürmektedirler.
Lakin neshi kabul etmeyen pekçok İslam bilgini 184.Ayetin hükmünün cari olduğunda ısrarlıdırlar.
Açıkçası üzerinde bu denli söz söylenen, hakkında kitaplar yazılan ve aktüel anlamda kendisine ilişkin günlerce televizyon programları yapılan Ramazan orucu konusunda Kur’an’da hiçbir cezaî hüküm bulunmamaktadır.
Yani bu orucu tutmayanların nasıl cezalandırılması gerektiği yahut nasıl cezalandırılacağı hususunda Kur’an’da tek bir ifade bile yoktur.
Tıpkı namaz kılmamanın da cezasının olmayışı gibi.
Fakat dört Sünni fıkıh mezhebinin uleması oruç tutmayanların ve namaz kılmayanların, Kur’an’a rağmen, hapis, dayak ve öldürülmeye kadar varacak şekilde çeşitli cezalara çarptırılması gerektiği yönünde hükümler ihdas etmişlerdir.
Oruç tutarken orucunu bozan kimsenin 61 gün keffaret orucu tutması gerektiği yönündeki görüş de sonradan uydurma olup, Kur’an’da böylesi bir hüküm kesinlikle yoktur.
Görüleceği üzere neredeyse hemen hemen her dinsel konuda olduğu gibi oruç konusunda da Kur’an’dan bir hayli uzaklaşılmış ve Kur’an’a aykırı bir yığın kural ihdas edilmiştir.
Oysa takip edilmesi lazım gelen yol bellidir; Kur’an’a uymak!
Kur’an da bize bildiriyor ki Ramazan orucu konusunda net bir gün sayısı yoktur.
Dileyen dilediği kadar tutabilir.
Ayrıca dileyen tutar, dileyen de fidye verir.
Tutmayanlar için herhangi bir ceza da söz konusu değildir.
Ancak yine Kur’an’ın ifadesiyle “bu orucu tutmak, tutmamaktan daha hayırlıdır!”
Lakin Ramazan orucu tutmadığı için yüzyıllardır zulme uğrayan mazlumları da hüzünle anımsamaktan kendimizi alıkoyamıyoruz.
Özellikle Alevi canlarımıza karşı yapılan kabul edilmez uygulamalar öyle anlaşılıyor ki hiçbir zaman unutulmayacaktır.
Biz yine de son söz olarak; Ramazan ayının her şeyden önce farklılıklara saygı duygusunu güçlendiren bir ay olmasını dileyelim.
İman ederek oruç tutan her müminin de orucunun kabulünün niyaz edelim.
Ramazan buyursun gelsin ama gerçekten HOŞ gelsin!
Zira hoş olmayan şeyler yaşamak istemiyoruz.
Cemil Kılıç – İlahiyatçı yazar |