Yektan Türkyılmaz
Şub 05 2020 12:05
-
Türk rejimi kompleks, kökleşmiş zorlukları, soru işaretlerini ve problemleri yönetme ve karşılıklı çözme düşüncesini çoktandır terk etti. Bunun yerine köktenci buyurucu bir yaklaşım ikame etti.
Özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra, Türk siyasi liderliği sürekli olarak ‘sıkıntılı konuları’ ya zorlayıcı yöntemlere başvurarak ya da varlıklarını inkâr ederek kesin olarak kökten çözme sözü verdi. Mesela hükümet sözcülerinin rahatsız edici yasal, siyasi ya da diplomatik açıklamaları ya da eylemleri ‘yok hükmünde’ olarak ilan etmeleri neredeyse alışkanlık haline geldi. Bu zorlukların gerçek ya da hayali aktörleri de bu arada adet olduğu üzere hainler, yabancı düşmanlar, ajan provokatörler ya da basitçe teröristler olarak itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.
Böyle bir tutum Kürt Hareketi’ne karşı izlenirken, ekonomik krizin arkasında ’GİZLİ EL’ olarak zaman zaman ABD, NATO ve AB, hatta yönetici elit içindeki muhalif sesler işaret edildi.
Bu tür bir söylem Türk siyaseti ve diplomasisi için çok da yeni değil. Özellikle de dış ilişkilerde, stratejik ve eşgüdümlü politika yapmanın yerine ikame edilen kabalaşma 2016 darbesi sonrasına özgü bir durumdur. Aynı şekilde bu dönem Türk yetkililerin yaptığı açıklamaların ABD de dâhil diğer ülkeler tarafından en fazla yalanlandığı dönemdir.
Kuşkusuz her zaman diplomaside yorumlamada pragmatizme ve hatta yanlış anlamalara yer vardır. Fakat tekrarlanan ve görüşmelerdeki olayların sürekli olarak farklı yansıtılması sadece Türkiye’nin pozisyonuna uygun düşen bir bir işitme modelini ifade eder. Yukarıdaki panorama devrimci bir meydan okumanın yansıması olarak görülebilir. Ancak aynı zamanda apaçık bir çaresizlik resmi olarak da görülebilir – çünkü karmaşık ve zorlu konulara gerçekçi bir yaklaşım için vizyon, niyet, bilgi ve uygun araçlar olmayabilir.
Japon tarihçi Shozo Fujita aynı fikirde olmadığı kişilerle diyalog sürdürme isteksizliği ve/veya kapasitesizliğini, diğeriyle karşılaşma hakkında endişe, tecrübe ve bir bağlılık kaybı olarak ortaya çıkan bir tür narsizm olarak değerlendiriyor.
Kaçınılmaz bir şekilde bu psikolojik duruma eşlik eden –ki diğerinin kaybetmesini içerir- rejimin aynı anda nasıl zorlandığını ve beceriksiz hale geldiğini anlamada önemli bir gelişme olan iletişim ve ilişki becerilerinin zayıflamasıdır.
Gün geçtikçe, Türk rejimi, hem dâhili ve hem de diplomatik olarak gerçekleştirilebilir amaçlara yönelik diğer siyasi aktörlerle diyalog ve rıza inşası yoluyla ortak irade oluşturmaya çalışan güçlü bir kurumsallaşmış siyasal ağ olmaktan daha da uzaklaştı.
Tam tersine, altın bir çağa ulaşmak için tüm gücünü ve etkisini hiç denemediği sınırlara, hayalperest ve buyurucu bir şekilde zorlayarak sürekli bir şekilde kızgın ve istikrarsız bir çark haline geliyor.
Yani, eklektik ve tarihin anakronistik bir karması olan mutlak zafer, üstünlük ve dev aynasında yansıtılan liderliğinin karışımdan oluşan bir kurgusal dönem.
Darbe sonrası tasfiyeler, Erdoğan’ın gücü tekelleştirme ve kişisel kültüne sorgulanmayacak şekilde saygı duyan bir bürokrasi oluşturma kararlılığıyla birleşince devlet aygıtına – güçler ayrılığı, yöntemsel normlar ve gelenekler, sistem içindeki insan sermayesi– büyük bir zarar verdi.
Burada özellikle hayati olan ‘devlet düşmanları’ kulübünün yeni üyeleri olan Gülenistlerin, eski ‘dahili düşmanlar’ olan 3 K’ların (Kürtler, Kızılbaşlar ve Komünistler) aksine devlet aygıtına sadece geniş ve derin bir şekilde yerleşmiş değillerdi aynı zamanda AKP seçmeni ve kadrolarından da ayırt edici bir özelliğe de sahip değillerdi.
Korku saltanatının belirsizliğinde darbe sonrası bürokrasi ve kadroların paranoyak ve rövanşist bir şekilde yeniden yapılandırılması da kendi kendini yok etme boyutundaydı.
15 Temmuz 2016 ve AKP’nin 31 Mart 2019’daki seçim fiyaskosu arasında kişisel bir kült inşa ve bakımı ancak kamusal yaşamın tüm sektörlerindeki aralıksız kaos/kriz ve toplum arasında bir bölünmenin sonucu olarak devlet aygıtının zayıflatılması ile mümkündü.
Bununla birlikte, ülkenin geleceğiyle ilgili endişeler artarken, yönetici elitlerin geleneksel mağduriyet söyleminin ulusal irade, emperyal büyüklük ve Sünni/Türk üstünlüğünün gölgesinde kalmaya başlaması da ironiktir.
2016 darbesinden itibaren hem elitler ve hem de rejim yanlısı kalabalıkların ruh halinde paradoksal olarak narsist duyguların yayılması, devlet aygıtının zayıflaması ile atbaşı gidiyor.
2016 yazında Türk kamuoyuna güvenlik, ekonomi, bölgesel ve denizaşırı diplomasi alanlarında en ihtiraslı hedefler söylenmeye başlandı.
Açıkçası tarihi kolektif mağduriyet söylemlerinin narsistik grupların benlikleriyle pek çok ortak yönleri vardır. Burada en önemli farkın altını çizmek gerek; mağdur kolektif bir özneye pasiflik izafe ederken, narsist temsili kapasitesi ve kahramanlığını takıntılı bir şekilde ön plana çıkarır.
Bu nedenle (kollektif/grup) narsizm hem kişilik kültünün karşılıklı inşasını ve hem de kalabalıkların ateşli itaatini açıklamak için önemli bir psikopolitik dinamik olduğu gibi, şu anda ülkenin iç ve uluslararası politikasının mevcut çerçevesini çizen söylemsel terminolojisidir de.
Bu terminoloji devamlı olarak onların kim olduğu yani ulusal aidiyetleri, daha önceki kimlikleri; yani geçmiş emperyal ihtişamları, kime/nasıl ibaret ettikleri; yani Sünni İslam inancı üzerine kurulu tekbenci üstünlük düşünceleri sık sık meşrulaştırıldı.
Türkiye’nin, sınırlarının dışında fiziki ve diplomatik savaş bölgelerindeki beka sorunu üzerine kurduğu savaş rejimi, örtülü üstünlükçü, yayılmacı, işgal arzusunu açıkça görünür kılmaktadır.
Ancak bu hareket yönetici elitlerin karar almasını eve eylemlerini kökten değiştirmez, yani söylemlerinde tek taraflı maksimalizm ve işlerinde küstahlık vardır.
Başka bir ifadeyle 9 Ekim 2019’dan itibaren, kendini tahrip edici hayatta kalmacı strateji – ki bu daha büyük bir kriz yaratarak bir krizi alelacele bastırmanın iç politik uygulamasıdır – Türkiye’nin sınırlarının ötesine, komşu ülkelere ve hatta kıtalar ötesine yayılmaya başladı.
Erdoğan hükümeti politik olarak sendeleyen ülkeyi Libya ve Suriye’deki derin ve karmaşık çatışmaların içine itti. Bu listenin daha da büyüyerek Kıbrıs, Irak, İran, Kafkaslar, Afrika, Körfez ve hatta Orta Asya’yı da kapsaması şaşırtıcı olmayacaktır.
Bazı uzmanlar Türk liderliğinin Rojava/Kuzey Suriye bölgesini işgal ve onun bir versiyonu olan ‘tampon bölge’yi empozeyi zafer olarak düşünmesini belki de jeopolitik öngörü ve diplomatik marifet olarak görebilir.
Fakat rejimin son dört yılda yurt içindeki performansı göz önünde bulundurulmalıdır; günü kurtaran tüm zaferlerin yüksek bedelleri oldu –ki bu da nihayetinde sistemin kurumsal olarak çökmesine ve hiç bitmeyen politik krizlere yol açtı.
Rejim şu anda da yurt dışında benzer bir senaryoyu prova ediyor; 70 yıllık diplomatik sermaye birikimi yani stratejik ittifaklar, uluslararası prestij ve uzun dönemli jeopolitik hedefler berhava ediliyor.
Son olarak da Türk hükümetinin saldırgan ve fevri tek taraflı dış politikasıyla, uluslararası aktörleri kendisine karşı birleşmeye zorlaması hiç de sürpriz olmayacaktır. Bu gerçekten de Erdoğan rejiminin evindeki pek çok zaferden sonra elde ettiği bir başarıdır.
Haberal
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır.