Bir zamanlar bir şamanın sağlayabileceği yüksek yetenek, erkeklerden çok kadınlarımızdaydı. Bu yüzden islam öncesi Türk tarihinde Türkleri temsil eden şaman inancı ‘bir kadın dini/ öğretisi‘ şeklinde tanımlıyor Ziya Gökalp.
Yeryüzüne yıkımı, insan kanıyla yapılan majik ritüelleri değil, yeşertmeyi ve iyileştirmeyi öneren gizli öğreti Türklerin elindeydi ve bu doğal yöntemi kadınlarımız kullanırdı. Hangi bitki özünün hangi derde şifa olduğunu bilecek sezgi onların insanoğlunu koruyup himaye edecek annelik içgüdüsü gibi yüksek frekanslarına tanımlıydı. Günümüzde mafyalaşan medikal altyapıya erişmeden önce bugün küçümsediğimiz ‘kocakarı yöntemleri‘ onların yetenek alanlarıydı işte.
Elin oģlu kendi toplumunda şifacılığıyla nam salan adamları peygamber ilan edip kutsarken, Tanrısallaştırıp tapınırken bu tip yetenekler bizimkiler için pek de yüksek bir meziyetten sayılmıyormuş yani. Çıkış noktası Anadolu olan Lokman Hekim efsanesinde Lokman Hekimden öleceğini öğrenen adamı şifaya ulaştıran da bir yılanın zehrini bıraktığı bir tas süttür. Daha sonra Tıbbın simgesi haline gelen tas ve yılan sembolündeki tası da, içindeki özel inek sütünü de tam da oraya, o noktaya bırakan bir yörük kadınıdır.
İşte bu şifacı yörük kocakarılardan biri de benim babaannemdi Herhangi bir eğitim görmemesine rağmen bölgede ‘hemşire‘ diye bilinirdi. Hastanede sorununa teşhis koyulamayan, bel ağrısı çeken, mide ağrısı çeken, göbeği düşen (ki bu tabirin ne olduğunu hala bilmiyorum, hala ilgimi çekiyor) insanlar gelirdi hep evine. Sanırım zaman içinde kadın erkek egemenliğiyle toplumdan izole edilirken bu yeteneklerini de kaybettiği için bu hekimlik öğretileri de şifa etkisini kaybedip batıla saptı.
BİR ANADOLU EFSANESİ: Lokman Hekim, doktor ve eczacıymış. Dükkânında her türlü hastalığın devası olan ilaçlar varmış. Hastalar içeri girdiklerinde, hastalıklarına iyi gelecek olan ilaç şişesi sallanırmış. Bir gün içeri birisi girmiş. Ancak hiçbir şişe sallanmamış. Lokman Hekim bunun üzerine: “Senin hastalığının çaresi yok, öleceksin.” demiş.
Adam ölümden kurtuluşun olmadığını öğrenince çok üzülmüş. Her şeyini satmış. Yanına bir at, tüfek ve av köpeği alarak dağlara çıkmış. Vurduğu hayvanları yiyip, yörüklerden yoğurt, süt alarak yaşıyormuş. Bu arada hastalığı da iyice artmış. Bir ağacın altına gelmiş. Atını bağlayıp yere oturmuş. O sırada bir yörük kadını, bir tas sütü yere koymuş. Yılanların sütü sevdikleri bilinir. Tasa yaklaşan bir yılan sütü içmiş, sonra da zehrini süte kusmuş. Tas yemyeşil olmuş.
Ağrıları iyice artan adam: “Gidip şu zehri içeyim de ölüp kurtulayım” diyerek zehirli sütü içmiş. Bir süre sonra ishal olmuş ve kusmaya başlamış. Ancak oldukça hafiflediğini hissediyormuş. Ölmek için içtiği zehirden sonra daha iyi olduğunu görmüş. Gün geçtikçe iyileşmiş ve hastalığı tamamen geçmiş. Lokman Hekim’e gidip: “Sen bana öleceğimi söylemiştin. Ama ölmedim.” demiş.
Bunun üzerine Lokman: “Ben sana ala ineğin sütünü nereden bulayım, sütü yılana içirip, nasıl tasa kusturayım. Hastalığının çaresi vardı ama bu ilacı temin etmek zor olduğu için öyle dedim.” diye cevap vermiş.
O gün bu gündür tas ve yılanın eczacılık ve tıp biliminin simgesi olması, halk tarafından Lokman Hekim’e dayandırılırmış.
* Bence işte o süt tasını oraya bırakan ‘yörük kadınına‘ dayandırılmalıydı.
**Sizin yeryüzüne yaşamın başlangıcıyla ilgili doğa ilkelerini öğreten ilk insanlar olarak işaret ettiğiniz Afrikalı Kabileler bile, bizim yeryüzüne tarımı ve hekimliği öğreten şifacı toplumun sembolü olan ‘koca karı‘ ilacı niteliğinde şifa tesiri bulunan bitkileri kocakarı ismiyle anıyorsa, kimin kime ait medeniyeti yağmalamış, kimin kime ait bir medeniyette yancıymış, göçebeymiş, dilenciymiş, çobanmış olduğu konusunu bir kez daha düşünmelisiniz.
Işıl Tufan Salihoğlu