KURAN’I NASIL OKUMALI?

İnsanlığa bir öksüzün vicdanı üzerinden gönderilen Kur’an benim görüşüme göre; anlaşılarak (tefekküren) ve hayatın içinden okunmalıdır.
Değilse, okunan Kur’an ölü bir Kur’an olur.

Allah kendi kitabında kendisine “Hayy” ve “Kayyum” demiştir.
Yani kendisini dipdiri, yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyen kavramlarıyla anlatmıştır.

Buradan şu hakikat çıkar:
Evrenin yaşam kaynağı ve enerjisi Allah’ın sevgi ve merhametidir.
Evren üzerinden bu sevgi ve merhametin bir an için kesilmesi, kıyametin kopması anlamına gelir.

Bu tespitten hareketle denilebilir ki, Müslümanlar Kur’an-ı hayatın içinde anlamalı ve kavramalıdırlar.
Yoksa Müslümanların dünya hayatı içinde geri kalmaları kaçınılmaz olacaktır.
Bu geri kalmışlığı örtmek için, yanlış bir “kader” anlayışına bağlamak yanlıştır.
Ayrıca bu konuda din anlayışının da hiçbir rolü yoktur.

Geri kalmak/ilerlemek dünya ile ilgilidir.
Bu kavramlar akıl olmadan çözülmez.
Kur’an’ı Kerimde birçok kere “akletmekten” bahsedilir.
Fakat Müslümanlar, gerek Kur’an’a ve gerekse dünyaya bu penceresinden bakmayı bir tülü becerememişlerdir.
Sebebi de aklı kerih görmeleridir.

Demek ki, Kur’an’ın ezberlemek, gürül gürül okumak, hatmetmek ve zikretmek ayakta kalmak için yeterli değildir!

Bizlerin yapacağı şunlar olmalıdır:
Allah Resulü Kur’an’ı nasıl okuduysa, dünyayı nasıl gördüyse, Müslümanlarında öyle okumalı ve görmelidir.
Fakat sonradan gelenler mülke olan hırsları sebebiyle, bu uzun soluklu işi terk ettiler.
Kolay yolu seçtiler.
Kur’an’ı bir metin okumak ve dünyayı da kötülüğün kaynağı olarak anladılar.

Hâlbuki Kur’an’ın özü, zulme, zalime, haksızlık ve adaletsizliğe karşı meydan okumak, dünyada ahiretin tarlası görmekti.
Yani Allah Resulü Kuranı müşriklerin, zalimlerin, haksızlık yapanların yüzüne adaleti haykırmak için okurdu.

Bu okuma biçimi tabi ki türlü engelleri beraberinde getirdi.
Böyle okumak isteyen birisi büyük bedeller ödemek zorundaydı.
Müslümanların dünyayı sevmeleri, korkularını da beraberinde getirdi.
Moğol istilaları sonunda Müslümanlar iyiden iyiye yeraltına girdi, dünyadan kayboldu, tasavvufun kucağında kendini buluverdi.

Hz. Peygamber “Oku” emrini aldığında kitap okumak için kütüphane aramadı, kitap toplamadı, âlim geçinin insanların dizlerinin dibine oturmadı.
Mekke’nin orta yerinde, Kâbe’nin yanı başında topladığı insanların üzerinden dünyaya seslendi.
“Ben Peygamberim, Ben Abdullah’ın oğlu Muhammedim…”

İşte Müslümanlar buradaki OKU emrinin ne anlama geldiğini anlamaktan uzaklaştılar.
Bu bakımdan diyebiliriz ki Kur anı anlamak, her şeyden önce Allah Resulünü anlamaktan geçer.
Onun vahyi aldığında ilk olarak ne yaptığını bilmekten geçer.

Allah Resulü Hira’dan Mekke sokaklarına indikten sonra, “Yeda Ebi Lehep” diyordu.
Bu da düzeni ayakta tutanları telaşa düşürüyor, şok ediyordu.
Bu, Mekke’ye egemen Kâbe çetesine karşı bir meydan okumaktı.
İtirazlar ve meydan okumalar bu çeteleri derinden sarsıyordu.

İşte Kuran bu sürecin her aşamasının ilmik ilmik dokunmasının adıdır.
O, “İvecen Gayyime” dir.
Fildişi kulelerinde oturularak yazılmış ve okunmuş değildir.
Hayatın içinden gelen ve hayatın içine seslenen bir kitaptır.

Onun için Kur’an’ı duyarak, anlayarak ve gereklerini yerine getirerek okumak gerekir.
Çünkü onda kölelerin boynuna takılan zincirlerin sesleri,
diri diri gömülen kız çocuklarının feryatları,
taş altına yatırılan Bilal’in iniltileri,
Ravaha’nın kopan kollarının kanı,
Ali’nin kılıç şakırtıları,
Ebuzer’in Kâbe’yi inleten itiraz sesleri vardır.
Bunları duymuyorsanız eğer siz; Kuran okumuyorsunuz demektir.

Mahmut AKYOL

1 comment