Erdoğan Aldığı Her Yeni Kararla Ülkemizi Daha Ağır Bir Tehdit Altında Bırakmaktadır
Erdoğan, 15 Temmuz FETÖ’cü darbesini, kişisel otoriter rejimini kurmak için bir araç olarak kullanma politikasını sürdürmektedir.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki süreçte; TSK, Jandarma ve Emniyet teşkilatı başta olmak üzere devlet kurumlarına AKP eli, yardımı, onayı ve desteği ile sızdırılan FETÖ’cü unsurlar devlet kadrolarından temizlenmeye başlamıştır.
Ancak bu temizlik daha önceki yıllarda da Türkiye Cumhuriyeti devletine bağlı subay kadroları, FETÖ’cüler tarafından Ergenekon, Balyoz, Casusluk Davaları ile TSK’dan ayrılmaya zorlandığı için TSK’nın kuvvet bünyesinde ağır tahribatlara neden olmuştur.
Türk Ordusu savaş kabiliyetini ciddi ölçüler içinde yitirmiştir.
Böylece Erdoğan, 2002-2016 arasındaki politikaları ile Türk Ordusu’na ağır zarar verilmesine yol açarak Türkiye’nin milli güvenliğini ağır şekilde tehdit altına atmıştır.
Bugün de TSK içinde devam eden ve etmesi gereken FETÖ’cü temizliği, uygulanan yanlış yöntemlerden dolayı zaman zaman FETÖ ile hiç ilgisi olmayan subayları tasfiye ederken, FETÖcü olduğu herkes tarafından bilinen bazı subaylara ise ordunun teknik zorluklarından dolayı veya itirafçı oldukları gerekçesi ile dokunulmamakta / dokunulamamaktadır.
Türk Ordusunun içinde bulunduğu zaaf düşman ve rakip ülke Genelkurmay Başkanlıklarının farkında olduğu bir durumdur.
Erdoğan, TSK’dan FETÖ’cü kadrolar temizlenirken, ülke güvenliği için tehdidi en alt seviyeye indirmek için üç ayaklı bir milli güvenlik politikası yürütmek zorundaydı.
İzlenmesi gereken milli güvenlik politikasının birincisi ve en önemlisi içeride toplumsal gerilimi düşürmek, milli birlik ve beraberlik atmosferini güçlendirmek olmalıydı.
Bu politikanın adı devletimizin aziz kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesi ile “iç cephenin” güçlendirilmesi olarak konulmuştur.
Yıkılmayan iç cepheler, dağılan orduları bile toparlar.
Nitekim, Sakarya Muharebeleri öncesinde, ayakta kalan iç cephe, çekilen ve dağılan orduyu tekrar ayağa kaldırmıştır.
Oysa, iç cephe dağılır ise en güçlü ordular bile çöker.
Bunun en önemli kanıtlarından birisi SSCB’nin çöküşü ve Kızıl Ordu’nun savaşmadan dağılmasıdır.
Erdoğan, 15 Temmuz sonrasında iç cepheyi güçlendireceği yerde otoriter bir rejim kurmak adına iç cepheyi parçalamakla kalmamış, Türk Milleti’nin en az yarısını düşmanlaştırarak, yabancılaştırmıştır.
16 Nisan Kirli Referandumu ve bu referandum sırasında kullanılan dil ile referandum sonunda YSK damgalı sonuç Erdoğan ile parlamenter demokrasiyi savunan güçler arasındaki son bağların da kopmasına neden olmuştur.
Bugün, Erdoğan daha fazla yetkileri olan ancak milletinin yarısı ile duygusal bağı kalmadığı için iç cephesi çökmüş bir ülkenin cumhurbaşkanıdır.
Erdoğan, ne yazık ki bu durumun farkında değildir ve her gün kendisi gibi düşünmeyen bu kitleye adeta küfretmeye, onları aşağılamaya devam etmektedir.
Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasında izlemesi gereken ikinci milli güvenlik politikası, uluslararası ilişkilerde bir milli menfaat öncelikleri sıralaması yapmaktı.
Öncelikler sıralaması yapıldıktan sonra, bütün dünyada Türkiye’ye yönelik sempatiyi artıracak bir demokrasi-hukuk devleti ve barış hareketi başlatılmalıydı.
Türkiye, uluslararası gerilimlerin mümkün olduğunca dışına çekilmeliydi.
Bu dönemde, diplomasi ve kamu diplomasisinin bütün etkili yöntemleri kullanılarak, FETÖ’nün yurtdışında yaptığı lobicilik etkisiz hale getirilmeliydi.
Almanya ve Hollanda ile yaşanan kayıkçı kavgası niteliğindeki krizlerde yaşananlar yaşanmamalıydı.
Türkiye, yaşayacağı krizleri sadece büyük milli menfaat alanları ile sınırlı tutmalı, o krizlerde de sonuç almalıydı.
Oysa Erdoğan bir süredir hemen herkes ile kavga ediyor görüntüsü vermektedir.
Türkiye asıl milli meselelerde sonuç alıcı bir duruş ve eylemlilikten uzak, bağırıp-çağıran ve yalnızlaşan bir ülke görüntüsü vermektedir.
15 Temmuz sonrasında benimsenmesi gereken üçüncü milli güvenlik politikası ise, TSK’da en kısa zamanda FETÖ’nün yarattığı tahribatın giderilerek, milli ordunun vatan savunması için hazır hale getirilmesiydi.
Oysa, Erdoğan bunun yerine “AKP ordusu” kurmayı tercih etti.
Küçük rant hesapları ile savaşan bir ordunun sağlık sistemi çökertildi.
Yaşı müsait olan emekli subaylar milli bir seferberlik anlayışı ile derhal göreve çağırılmalıydı.
TSK’nın kuvvet yapısı reorganize edilmeliydi.
Özetle yaşanan kriz, bir fırsata dönüştürülmeliydi.
TSK, Soğuk Savaş döneminde kurulan ve hantallaşan kuvvet yapısından daha dinamik bir kuvvet yapısına hızlı bir geçiş yapmalıydı.
Oysa, uygulanan mevcut politikalar, TSK’daki krizi daha da ağır bir krize dönüştürmüştür.
Öte yandan TSK ciddi bir silah ambargosu yaşamaktadır.
Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin etrafında eski ve yeni düşman ittifaklar oluşmaktadır.
Türkiye, Batı dünyası ile değişik boyutlarda gerilimler yaşamaktadır.
Rusya ve İran ile kurulan anlamlı bir işbirliğinden söz etmek mümkün değildir.
Yunanistan-Rum Kesimi ve İsrail arasındaki askeri ittifak, Batı’nın böyle bir ittifaka vereceği moral desteği, modern yıldırım savaşları ihtimalinin gittikçe artması sonucunu doğurmaktadır.
İşte böyle bir ortamda 24 Aralık 2017 tarihinde yayınlanan 696 sayılı KHK ile vatandaşa silah kullanma yetkisinin verilmesi ortaya yeni bir vahim görüntünün çıkmasına neden olmuştur.
696 Sayılı KHK’nın 121. Maddesinde şöyle denmektedir:
Madde 121: 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37 nci maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“(2) Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır.”
Olağanüstü hal uygulamalarına ilişkin 8 Kasım 2016’da çıkarılan yasanın 37’inci maddesinde ise şöyle deniyordu:
“15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.”
Hukuk devletinin dayandığı temel, herkesin hukuk karşısında eşit olmasıdır.
Görevini yerine getirirken suç işleyen bir kamu görevlisi, suç işlemiştir.
Bunun örtülü bir affa tabi tutulması hukuk önünde eşitlik ilkesi açısından zaten sorunlu bir durumdur.
Daha önce yine bir KHK ile bunun önünü açtılar.
Bundan daha vahim, daha feci ve kontrol edilemez olanı ise bu örtülü affın genişletilerek görevli olmayan, resmi bir vazifesi bulunmayan, üstelik fiilinin vasfı dolayısıyla hukuken suç işleyen herkesi; meclisten, kanundan ve adaletten apar topar kaçırmaya çalışmaktır.
Bir hukuk devletinde görevini ifa eden kamu görevlileri de dahil olmak üzere suç işleyen herkes cezai yaptırıma tabiyken ve doğal olarak da böyle olması gerekirken, hükümetin çıkardığı yeni KHK ile sivillere açıkça suç işleme yetkisi verilmiştir.
Kimleri, hangi suçları nedeniyle kanun önünden kaçırmaya çalışıyorlar?
Meşru savunma hakkını düzenleyen TCK md. 25 “(1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hâl ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez” derken, meşru savunma hakkını aşan hangi suçları örtbas etmeye çalışıyorsunuz?
AKP sözcüleri yaptıkları açıklamalar ile KHK’nın sadece 15-16 Temmuz olaylarını kapsadığını ifade etseler dahi muğlak, istendiği gibi yoruma açık olduğu açıktır.
Devlet olmanın en önemli özelliği şiddet tekelini elinde bulundurmak ve vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamaktır.
Bu KHK düzenlemesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet oluş mantığının temel ilkelerinden vazgeçtiğini göstermektedir.
Bu KHK ile Erdoğan ve AKP Hükümetinin devleti kontrol edemediği itiraf edilmektedir.
Bu KHK, TSK’ya karşı bir güvensizlik göstergesidir.
Hatta yeni bir darbe beklentisi içinde olunduğunun gösterilmesidir.
Bu KHK, iç savaşa sözde hukuki temel hazırlamaktır.
İç savaşların hukuki gerekçeleri ve iç kazananları olmaz, sadece dış kazananları olur.
Özetle, ülkemizin milli güvenliğinin sağlanması ve demokrasinin korunması ancak ve ancak içeride milli birliği sağlayacak politikalar, dışarıda diplomasinin bütün imkanlarının doğru kullanılması ve nihayet Türk Ordusunun güçlendirilmesine bağlıdır.
Özetle, yapılması gereken demokratik hukuk devletini yeniden inşa, milli ordu geleneğinden ayrılmama ve bütün Türk Milletini kucaklamaktır.
Prof Ümit ÖZDAĞ
|