Ahmet Özal çıktı, “Babamı zehirlediler” dedi. Babam dediği, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Turgut Özal.
Yine bugünlerde Orgeneral Eşref Bitlis’in kalkıştan yedi dakika sonra düşen (17 Şubat 1993) uçağında şehit olması gündemde. Eşref Bitlis Türkiye Cumhuriyeti’nin Jandarma Genel Komutanı.
Bir de “Muavenet Olayı” vardı, unuttuk gitti. Hani 1992’de Ege’de yapılan NATO tatbikatında Amerika’nın Saratoga uçak gemisinden taammüden fırlatılan füzelerle Türk savaş gemisi Muavenet’in vurulması, 5 Mehmetçiğimizin şehit 23 Mehmetçiğimizin de gazi olması.
Siz bunlara Irak’ta Mehmetçiğin başına geçirilen çuvalı ve Genelkurmay’da var olan ve “devlet sırrıdır” diye üstü örtülen “İsrail Odası”nı da ekleyin ve bugünlere nasıl geldik, düşünün.
Aslında buralara gelişimizin ilk adımı Atatürk’ün ölümündeki sır perdesinin aralanmamasındadır.
Evet, Atatürk öldü mü, öldürüldü mü? Okul kitaplarında “öldüğü” söylenir ve resmi tarihlerde “ölüm sebebi olarak da fazla içki içmiş olması” gösterilir. Evet, Atatürk içkiyi severdi ama ölüm sebebi hiç içki içmeyen rahmetli Mehmet Akif’le aynı hastalıktı. Sonra, resmî tarihi yazanlar niye ısrarla “ölümü içkiden oldu” dediler, bunun da araştırılması gerekmez mi?
Rahmetlinin ölümü ile ilgili önemli bir iddia da “öldürüldüğü” yönündedir.
İyi de kim(ler) öldürmüş olabilir Atatürk’ü?
Siz devletinizin kurucusu Atatürk’ün ölümündeki sır perdesini açıklayamamışsanız, daha sonra savaş gemilerinizin müttefik kuvvetlerin füzeleri ile kasten vurulmasını da, cumhurbaşkanınızın zehirlenmesini de, kuvvet komutanlarınıza sabotajlar düzenlenmesini, askerinizin başına çuval geçirilmesini ve en mahrem yerlerinizden bir yer olan Genelkurmay’ınızda “İsrail Odasını” çoktan hak etmişsiniz demektir.
Velhasıl, işe Atatürk’ün ölümündeki sır perdesini kaldırarak başlanmazsa ne Eşref Bitlis’in, ne Özal’ın katilleri bulunabilir.
Deniyor ki; Atatürk’ü öldüren Masonlardı. Çünkü Atatürk, “Sizi gidi Yahudi uşakları” diyerek Mason localarını kapatmıştı.
Yine deniyor ki: Rahmetli ölümünden bir yıl önce (27 Temmuz 1937) Hakmiyeti Milliye Gazetesi’ne verdiği demeçte o topraklarda bir İsrail’in kurulacağını gördüğü için,
“Filistin’e el sürülemez. Türkler bölgedeki yabancı işgali kabul etmez. Hz. Muhammed’in ve kutsal değerlerin hürmetine İslâm’ın mukaddes topraklarının Yahudilerin ve Hıristiyanların nüfuzuna girmesine engel olacağız” dediği için “öldürüldü”.
Bu iddiaları hepimiz değişik vesilelerle dile getirdik. Bu konuda yazılmış müstakil kitaplar da var. Atatürk gerçekten öldürülmüş olabilir.
Kendisinin de tedavisinin doğru yapılmadığına dair şüpheleri vardı rahmetlinin.
Kerrar Esat Atalay 7 Ekim günü Yeniçağ’da Gazi’nin Afet İnan’a hasta yatağından yazdığı bir mektubu yayımladı. O mektupta Atatürk hastalığıni “Durum şudur” deyip iki nokta üst üste koyduktan sonra bakın nasıl özetliyor:
“Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir.”
İlginç değil mi?
Gelelim Şevket Eygi’ye. Eygi, her gün okuduğum yazarlardan biridir. Aşağı yukarı ayda birkaç kere adını vermeden bir bahane ile Atatürk’e moda tabirle şöyle bir “çakar” gider. Ama Eygi bile 28 Ağustos 2010 tarihinde kaleme aldığı “Siyaset Değirmeni” başlıklı yazısında, “Atatürk’ü zehirlemişlerdi” diyor.
İlginç değil mi? Atatürk’ün zehirlendiğini ısrarla ileri sürenlerden biri Cevat Rifat Atilhan’dır. Atilhan, Eygi’nin kalbini bu konuda mutmain etmiş ki Eygi “Atatürk’ü zehirlemişlerdi” diye kati bir cümle kullanıyor. Malum Cevat Rifat Atilhan’la Eygi aynı dergide yazmış bir isimdir ve Eygi, Cevat Rifat Atilhan’ı Ramazan ve Kurban Bayramlarında ziyaret edip ellerinden öptüğünü de okurlarıyla paylaşan bir kişidir.
Diyorum ki;
Atatürk’ten kalan herhangi bir nesneden yapılacak tahlillerle bu işin aslını öğrenme zamanı gelmedi mi?
Ve yine diyorum ki;
Atatürk’ün bile katillerini bulamayanlar vatan dâhil neyi koruyabilir ki!
Hasan Demir (Yenicag)